kuzey yıldızı - özgür macit
Yaşamaya mahkûmdur, ölmeyi hak etmeyenler.
Bu, zamanını kaybetmiş bir yazı.
Ve yarımdır, hiç âşık olmamış bir insan.
- Eskisi gibi kabuğuma çekilip, kendi başıma ağlayacağımı mı
sanıyordun?
- ...
Yağmur yağıyordu.
- Al şu şemsiyeyi de öyle git, dedin.
- Gerek yok, senin yürüyeceğin yol benden fazla.
- ...
- Görüşürüz.
- Hızlı yürü, ıslanacaksın.
Düşündüm, ıslanıyordum.
- Kuru da sayılmam zaten.
Yağmur bu sefer, yerden göğe yağıyordu.
Saatime bakmaktan nefret ediyorum. O gün de baktım. Sabah sekizle gece on iki arasına sıkışmış kalmışım. Uzun zaman olmuş, bakmayalı yıldızlara.
Yıldızsız bir gökyüzü bugün damarlarımda dolaşan ve ben ilk defa
tırnağın nasıl eti çekmeden büyüdüğünü düşündüm. Hangi kan dolaşır
damarlarında yıldızın, özlem hangi tenhada peydahlanmıştır? Kendisi gibi
annesi de fahişe midir, kaç kişinin altına yattığını bile bilmeyen.
Sessizliğin bittiği yerde başlıyor senin adın ve ben konuşmasını
bilmeyen bir çocuk gibi, dili olsa neler söyleyecek? Bir misket artık
sana kelimeler, kaygan dilimin üzerinde, yuvarlanarak ve ötelenerek
ilerleyen, sendeleyen yürümesini yeni öğrenir gibi, düşmemek için
dudaklarıma tutunmuş, dudaklarım paramparça tırnaklarından.
Boşuna tükeniyor ömür, nefes bazında. Sessizliğin içinde sensin anlamı
olan tek varlık. Ellerim sessizlik, bir avuç. Ağzım sessizlik. Sesin
kendisi olman duymamanı gerektirmez, hadi.
Sevmek ıslak olmaktır, şöyle demiştim sana bir zamanlar: «Dindi yağmur, aç şemsiyeni.»
On altı Şubat iki bin beş, saat yirmi iki sıfır beş. İstiklal
Caddesi'nden yürümüşüz bir süre. Ben saatime bakarken sen «Kaç dakika
var otobüse?» diye soruyorsun. Saate bakıyorum, «On beş dakika sonra.»
diyorum. «Hızlı yürüyelim mi?», «Gerek yok, yetişiriz.» Neden
zorluyorsun anlamıyorum, umurumda mı sence otobüs?
Yürüyoruz, hâlâ. gözlerim görmüyor bir süre. Sonra döviz büfesinin
tepesindeki saat yirmi iki sıfır dokuzu gösteriyor. Meydana varmadan
duruyoruz. «Seni çok seviyorum.» diyorsun, «Biliyor musun?», «Evet.»
diyorum. Biliyor muyum?
Yanımızdan anlamsız insanlar sürüsü geçiyor. Hepsi birbirinin aynısı,
farklı kaplarda. «Ama bir sorun var, hastayım belki.» Kolumdan
çekiyorsun, yürüyoruz. «Otuz dört tebefe kırk dört, yürü hadi, ilerle,
bekleme yapma.» Tramvay durağındaki garip kadın polise sataşıyor, polis
taksi şoförüne, şoför müşteriye... O an bile anımsayamıyorum,
algılayamıyorum ne dediğini, şimdi mi?..
Yürüyoruz, anlamsız insanlar sürüsü yürüyor. Metro girişinde duruyoruz.
«Ben de seni seviyorum.» diyorum, «Biliyor musun?», «Biliyorum.»
diyorsun. Yanaklarımdan öpsen neye yarar, kan yok ki damarlarımda.
Yüz yirmi dokuz bete. Hayatımda ilk defa ölüyorum.
Sonunu bildiğim hikâyeler en güzelleri: Aşk öyle değil mi?
Saklar yağmur gözyaşlarını, kurumuşsun sen.