söyleşi: aziz kemal hızıroğlu
‹Hoşgeldin Dokunmaya› adlı ilk kitabınızda ‹İstanbul Savaşları'nın etkisi nedir? Ve ilk adınızın ‹Aziz Çolak› çağrışımlı bir sorumluluğu taşıdığına inanıyor musunuz?
‹İstanbul Savaşları›, 1980 darbesinden önce yaşanan kısmi iç savaşın simgesel bir karşılığıdır. (Karındaşım, yani ‹anne-bir› kardeşim olan) Aziz Çolak'ın 17 Kasım 1978'de bir pusuda katledilmesi beni derinden yaralamıştı. Çünkü Aziz Çolak gerçekten, birkaç şiirimdeki izlekten yakaladığınızı umduğum kadar olağandışı ve olağanüstü ‹güzel-insan'dı. Vurulduğunda yirmi üç yaşındaydı ve silahı değil eline almak, herhangi birini yakından bile görmemişti. İşte bu da, aynı durumdayken ölen yüzlerce Aziz Çolak'ın acısını hissetmemi, yazarken bu acıdan beslenmemi, sonra da bu acıyla hesaplaşmamı sağladı, sağlıyor. Bütün Aziz Çolak'ların aradıkları yarınlar bulunana ya da öğrenilene dek (uçbeyleri şairler olmak üzere) pek çok onurlu, aydınlanmacı ve devrimci-demokrat insanın bu hesaplaşmayı sürdüreceğine inanıyorum.
‹İstanbul Savaşları›, ‹Hoşgeldin Dokunmaya› adlı kitabımı değil, daha
çok beni etkileyen bir simgedir. Dünya görüşüm nedeniyle çektiğim
sıkıntıların, yoksunlukların, hapisliklerin, acıların, hüzünlerin yoğun
etkileri görülür şiirlerimin çoğunda. Salt bu kitabımdaki değil, tüm
kitaplarımdaki (ve de dergilerde yayımlanmış olan) şiirlerimde
ayrımsanır bu durum. İnsanın yaşamında sadece acı, hüzün, yalnızlık
yoktur elbet; ama yaşanan haz verici ve neşeli şeylerle birlikte
yakaladığı ironidir insanı üretken kılan. Hep acı çektiğini düşünen ya
da sadece zevk içinde yüzdüğünü sanan bir insanın, değil sanatsal bir
üretimi gerçekleştirmesi, yaşadığını bilinçli bir şekilde algılaması
bile zordur.
‹Hoşgeldin Dokunmaya› adlı kitabım toplam yirmi dört şiirden oluşmuş.
‹İstanbul Savaşları'ndan ve Aziz Çolak'ın vurulmasından --doğrudan-
etkilenerek kaleme aldığım yalnızca altı şiir var o kitapta: (Belki de,
Kime Demesem O Anlar, Çocukluğuma Çıkmalıyım, O Gün Onyedi Kasımdı, Önce
Gözlerini, Yüzler Sesler Düşler). İlk adımın ‹Aziz Çolak› çağrışımlı bir
sorumluluk taşıması şiirimden çok, beni ilgilendirmektedir. Üstelik bir
şair olmanın ötesinde devrimci bir insan ve kardeş olarak ilgilendiriyor
beni. Çünkü bir şairin dünya görüşü, sadece ‹insan-şair› ile ilgili bir
olgudur. Oysa şiiri ilgilendiren ilk şey, öncelikle ‹şiir olmak'tır.
Şair, şiiri söz konusu olduğunda sadece ondan sorumludur. Ve hiçbir
şiir, şairinin dünya görüşüne ait sorumluluğu yüklenmez, yüklense de
kaldıramaz. Şairin dünyaya ve insana bakışı, bilinci, bilinçaltı ve
bilinçdışı konumu yaratılarını nasılsa etkileyecektir. Yani dünya
görüşünü, spontane biçimde şiirine, imgelerine ve anlama giydirecektir
şair. Yeter ki şiirini dünya görüşüne monte etmeye kalkmasın. Sözün
kısası, insan Aziz Kemal devrimcidir, şair Aziz Kemal ise «itiraz eden,
muhalif olan, başkaldıran, ânı söyleyerek ve göstererek anlamlandırmaya
çalışan, gerçek sanılan zamanı değiştirmeyi deneyen şiir»in peşindedir.
Yani şair Aziz Kemal, çıkınında sözcük üstüne sözcük taşıyan bir diliçi
yolcusundan ve izcisinden başka biri değil ve olamaz da...
‹Saprofit› adlı kitabınızda şöyle iki dize var: ‹kalacak olan sadece bilinçse şairden geriye / benden bir şey kalmayacak›... Şiir ve bilinç hakkında ne düşünüyorsunuz?
Bu dizeler ‹Adrastos› adlı şiirimin ilk iki dizesidir. Şiiri başlatan ve
belki de yazdıran dizelerdir bunlar. Ve şiirin tamamı okunduğunda,
kastettiği şey daha bir netleşmektedir. Aksi takdirde, şiirin ve
bilincin tanımlamaları ile yetinmek zorunda kalabiliriz.
Şiirin tanımını yapmak da mümkün değil aslında. ‹Tanım› niyetiyle
yapılan her şey, şiirin özelliklerini, niteliklerini, biçimlerini,
seslerini, türlerini vb. anlatmaktan öteye geçemiyor. Yine de (tanım
gibi bir şey yapmayı) deneyeyim: Şiir, kullanabildiği sözcük ve
imgelerle çağrışımlar yaptırarak, kullanamadığı sözcük ve görüntüleri
yaratabilen, gizleyerek içine çeken ve çektikçe çoğaltan bir sanat
türüdür. Bilinç'in de klasik tanımını yaparak, yukarıdaki iki dizeye ve
‹Adrastos› şiirindeki konumlanış gerekçesine dönmek istiyorum. (Bir
dizeyi niçin kurduğunu bazen şairi bile anlatamaz ya, neyse,
deneyeceğiz...) Bilinç, kişinin kendi varlığına ya da dış dünyaya
ilişkin doğrudan edindiği sezgisel ve düşünsel bilgidir. Ya da bir şeyin
varlığına, gerçekliğine ilişkin zihinde açık seçik beliren temel
düşünce...
İnsana şiir yazdıran şeyin sadece ‹bilinç› olmasının imkânsızlığı,
tanımından da anlaşılmaktadır. Bilinç, bilinçaltı, bilinçdışı ve
‹yaşamın içindeki ses› bir birlik oluşturarak, bir şair aracılığıyla
şiiri ortaya çıkarmaktadır.
Bilindiği gibi Yunan mitolojisinde iki Adrastos var. Bunlardan biri,
‹kaçamayan adam› anlamına gelmekte ve çağdaş Yunancada da
kullanılmaktadır. Bu şiirdeki özne-şair, aşk karşısında kaçamayan
adamdır. Her başka aşk gibi, onun aşkı da özeldir. Ve günü geldiğinde,
aşkın tanımı yapılırken, o da bilginler tarafından ‹adlandırılacak› ve
bu, tanımlara sığmayacak denli görkemli ve özel aşk sıradanlaşacak,
genelleşecektir. Oysa şairin derdi herhangi bir şeyi bilinçli şekilde
adlandırmak değil, özel bir durumu, bir zamanlar (anlamsızlıkla bile
olsa) anlamlandırılmış ânı yakalayıp ölümsüzleştirmektir. İşte
yukarıdaki dizelerde yapılan metafor, ne denli anlatılmaya çalışılsa da,
açımlamasının eksik kaldığını düşündüğüm bir metafordur. Ve inatla aynı
şeyi söylüyorum: «kalacak olan sadece bilinçse şairden geriye/ benden
bir şey kalmayacak»
Şiirlerinizde imge ve anlamın bir dayanışması var. Bu dayanışmayı nasıl sağlıyorsunuz?
İyi şiir elbette imgelerle görüntüler ve çağrışımlar yaratmak
zorundadır. Anlamın şiirdeki derdi imge kadar büyük ve yaşamsal değil...
Ancak her durumda anlam vardır. Kimi şiirlerde anlam iç içe geçmiş
şekilde yer aldığından, okuyucu tarafından zor anlaşılmakta ve anlamsız
olarak nitelendirilmektedir. Bu da sezgiyle aşılabilecek bir sorun...
Gelelim benim şiirlerime... ‹Berceste› kaygısı taşımadığımdan, genel
olarak ‹bütün'e bakar ve bütünselliği kaçırmamaya çalışırım. Her dizesi
bağımsız anlam taşırken, anlamları dizeden dizeye yükleyerek şiirini
tamamlayan sıkı şairlerimizin kimi şiirlerine hayranlığımı saklamıyorum;
ama ben okuyucunun biraz daha çabuk algılayarak öncelikle bütüne
ulaşmasını hedeflediğim bir tarzı deniyorum. Bilincimin ve dünya
görüşümün şiirimi etkileme ânı, olsa olsa bu kategorize etmekten kaçınma
ânıdır.
Kim tarafından yazılırsa yazılsın, sonuçta imge ve anlam dayanışması
olmayan şiirlerin pek çoğu, mutfaktaki hazırlanışında ve pişirilişinde,
şairi tarafından (bile) kıvamını bulmadığına inanılan şiirlerdir. Aşırı
(ve/veya kasıtlı) anlaşılmazlık ile bol ve gereksiz imgenin yazılan şeyi
şiir yapabildiğini sanmak, bir şair için tehlikelerin en büyüğü
olsa gerek...
Günümüzde sayıları gittikçe artan edebiyat dergileri için düşünceleriniz neler?
Klasik bir yanıtla başlayayım: Dergiler, şairlerin mutfaktan
çıkardıkları ürünlerini sergiledikleri vitrinlerdir. Dergilerin yeni
isimler ve şair adayları için laboratuvar olduğunu söyleyenler de var.
Ancak bu görüşe pek katılmıyorum. Çünkü, dergi laboratuvarsa eğer, bütün
şairler için laboratuvardır. Genci, yaşlısı, ustası, çırağı mı olurmuş
bunun?
Kimi istisnaları saymazsak, dergilerin pek çoğunun bazı özel ve ‹erkini
kanıtlamış(!)› kişilerce denetim altında tutulan, ‹hizip› çağrışımlı
kulüpler olduğunu düşünüyorum. Birer ikişer de olsa yeni üyelerin kabul
edildiği kulüpler. Burada kastettiklerim, edebiyat ortamının göbeğinde
yer alıp gündemi belirleyen dergiler tabii ki... Ancak samimi olmak
gerekiyor. Sadece şikâyet etmek ve olumsuzluğu dile getirmek yetmez. Bir
alternatif sunamadığınız müddetçe ‹tavşanın dağa küsmesi› ile
özdeşleşmek konumunda kalırsınız. Ve en önemlisi de, bu dergilerin
yıllardır gerçekleştirdiği edimleri kirletmekten başka hiçbir işe
yaramaz vıdı vıdılarınız...
Taşrada çıkarılan dergiler, fanzin içeriği taşıyanlar, taşrada ya da
merkezi yerlerde kişisel çaba ve maaşlarla yayımlanabilen dergiler ilk
sayılarında ve ilk yıllarında bir hayli farklı ve iddialı oluyorlar.
Manifestoları olsun ya da olmasın, yeni ses, yeni soluk, yeni müjde gibi
görünüyorlar. Uzun soluklu olanları da var; ama genellikle kısa bir süre
sonra kapanıp gidiyorlar. Bu tür dergilerin kapanış gerekçeleri ve
nedenleri farklı olabilir. Ancak hemen tümünde görülen ve birbirine
benzeyen ortak sancılar var: Ürün bulamamak, basımı sağlayacak parayı
bir araya getirememek, tanıtım ve dağıtım yapamamak, abone sistemini
çalıştıramamak, kişisel çabalarla dağıtılanların ücretlerini
toplayamamak, okura ulaşamamak ve tabii ki bir okur kitlesi
oluşturamamak... Ve en kötüsü, biraz ses getirebildikleri zaman,
edebiyat ortamının merkezinde yer alan ve büyük dediğimiz dergileri
taklide kalkışmak...
Oysa kimseyi taklit etmeye ihtiyaç duymadan, çok cesur olabilme şansları
var. Belki de bu yüzden, ne zaman yeni bir dergi çıktığını duysam,
sevinçle kitapçıya gidiyor, o dergiyi alıyor ve armağan ediveriyorum
içimdeki umut bekçisi çocuğa...
Şiir serüveninizden bahsedebilir misiniz? Hangi şairlerden etkilendiniz?
Ülkemizin, İstanbul'un ve Kasımpaşa'nın belki de en yoksul evlerinden
birinde geçti ilkokul çağlarındaki çocukluğum... Bu süreçte bir gün
olsun kitap, dergi veya gazete alacak param olmadı. Kışları (okul
yüzünden) yarım gün, yazları ise tam gün çalıştım hep. Gazete,
nane-limon-okaliptüs, simit vb. satarak başladım yaşamı öğrenmeye ve
gözlem yapmaya. Berber ve kunduracı çıraklıkları, sinemalarda yer
göstericilikler... Daha neler neler...
Mahalle arkadaşlarım da yoksuldu. Ama okul arkadaşlarımın bazılarının
evlerinden getirdikleri ve öğretmenlerin izniyle okul kitaplığından
alarak eve götürebildiğim kitapları, nasıl bir açlık ve oburlukla
okuduğumu bugün bile anımsıyorum. Ancak yazı ve şiirle ilk ilişkim
hatıra defterlerim ve bazı şairlerden --ayrım yapmayı bilmediğim için--
sıralı sırasız şiirler alarak tuttuğum defterlerle başladı... Henüz
ilkokul ikinci sınıf öğrencisiyken yola çıkılan bir serüvendi bu.
Şiirleri herhalde anlamıyordum. Ama hatıra defterlerime şiir gibi şeyler
karaladığımdan olsa gerek, şairleri kendime çok yakın buluyordum. O
dönemden ortaokul sonlarına dek şu şairlerle tanışmıştım: Yahya Kemal,
Ahmet Haşim, Enis Behiç, Faruk Nafiz, Kemalettin Kamu, Zeki Ömer Defne,
Necip Fazıl, Cahit Sıtkı, Bedri Rahmi, Behçet Necatigil, Cahit Külebi,
Necati Cumalı, Ümit Yaşar... Ancak liseli yıllarımda tanıştığım Nâzım
Hikmet, H. İzzettin Dinamo, Rıfat Ilgaz, A. Kadir, Enver Gökçe, Arif
Damar, Can Yücel, Ahmed Arif, Hasan Hüseyin vb. şairlerin etkisinde
kalışım bir hayli uzun sürdü ve hâlâ sürüyor...
Kişisel tarihime şöyle genel olarak baktığımda, beni yukarıdaki şairler
kadar etkileyen pek çok başka şair de olduğunu görüyorum. Aslında divan
şiirinden tutun da, günümüz şiirindeki en genç şairlerin o dipdiri
şiirlerine kadar, her türlü şiirin etki alanı içinde olduğumu
belirtmemde yarar var. Nedim'den, Nefi'den, Şeyh Galip'ten etkilendiğim
kadar, Cengiz Kılçer de etkiliyor beni... Kadir Aydemir, Onur Caymaz,
Ulaş Nikbay, Özcan Erdoğan, Bilal Kolbüken, Abdullah Eraslan, Can
Bahadır Yüce, Zeynep Köylü, Nilay Özer, Serap Erdoğan, Metin Kaygalak
vb. genç şairlerden etkilenmemek mümkün mü? Tabii ki daha pek çok iyi ve
genç şair var. Ancak yukarıdakiler hemen bir çırpıda aklıma
geliverenler...
Dönem, akım ve yaş sırası gözetmeden, bugünkü Aziz Kemal'in en çok
okuduğu ve okumadan yapamayacağını düşündüğü şairleri yazmak istiyorum:
İlhan Berk, Melih Cevdet, Edip Cansever, Cemal Süreya, Turgut Uyar,
Afşar Timuçin, Ece Ayhan, Hilmi Yavuz, Fazıl Hüsnü, Sait Maden, Gülten
Akın, Ahmet Oktay, Ruşen Hakkı, Özdemir İnce, Ahmet Telli, Ahmet Erhan,
Celal Soycan, Hayati Baki, Sina Akyol, Enis Batur, Tuğrul Tanyol, Şükrü
Erbaş, Metin Cengiz, Veysel Çolak, Hilmi Haşal, Haydar Ergülen, Lale
Müldür, Turgut Toygar, Orhan Alkaya, küçük İskender, Enver Ercan,
Mustafa Köz, Akif Kurtuluş, Turgay Kantürk, Serdar Koçak, Hakan Savlı,
Bayram Balcı, Baki Ayhan T., Şeref Bilsel, Azer Yaran, İhsan Deniz,
Oktay Taftalı, Osman Hakan A., Murathan Mungan, Yaşar Miraç, Ülkü Tamer,
Tekin Gönenç, H. Avni Cinozoğlu, Güngör Tekçe, Ahmet Özer, Hasan Hüseyin
Yalvaç, Özgen Seçkin, Haydar Ünal, Özlem Sezer, Süreyya Berfe...
Genç şairler hakkındaki düşünceleriniz nelerdir? Yeterince eleştiri alabiliyorlar mı?
Şiirlerini severek okuduğum genç şairlerin hepsinde marifet, merak,
yetenek, cesaret, birikim ve sabır olduğunu görüyorum. İmzaları
silindiğinde birbirleriyle karıştırılabilecek denli benzeş şiir yazan
şairler de var. Bütün yollar ‹kendi şiirini bulma alanı'na yönelmediği
müddetçe harcanan çabaların hepsi boşuna olacaktır.
Şairi, kendisinden başka kimse yetiştiremez. Onurlu tavrını ve ahlaklı
duruşunu koruyan; sabrını, cesaretini, yenilikçiliğini, birikimini
aralıksız sürdüren; kimseden icazet beklemeden sadece şiirini yazan bir
şairin önünü kimse kesemez. Okuma alanını geniş tutan, evrende ve ülkede
yaşananlara farklı açılardan bakabilen genç şair, yukarıdaki niteliklere
ve yorgunluk karşısında yeterli direngenliğe sahipse, kendi şiirini ve
okuyucusunu mutlaka bulacaktır.
‹Yeterince eleştiri almak› mı? O da ne demek? Hele ki şiirde? Genç
şairlerin eleştiri alması veya has şiir yazma endişesi yerine eleştiri
beklemesi bence bir lükstür. Usta olduğu söylenen şairlerin bile ‹nesnel
eleştiri'den nasibini almadığı bir ülkede eleştiriden söz etmek, hoş bir
fantezi gibi görünüyor. Şiir eleştirisi deyince aklıma ilk gelen isimler
Nurullah Ataç, Yücel Kayıran, Muhsin Şener... (Bir gün akademisyenlerin
bu alana yerleşecekleri düşünü inatla taşıyorum!) Dergilerin ve birkaç
şairin özel çabaları da geliyor usuma. Varlık dergisinde ‹Ustaların
Seçtikleri› ve sonrasında ‹Okur Mektubu›... Orhan Alkaya ile Metin
Celal'in çabaları da unutulacak türden değil(di)... Ama hep bir isim var
dilimin ucunda: Ahmet İnam... Keşke diyorum bütün işini gücünü bıraksa
da şiir yazmaya, şiir eleştirileri ve denemeleri yapmaya soyunsa sevgili
Ahmet İnam Hoca...
Sizi şiire iten durumlar ve algılama süreçleri nelerdir? Bu edimleri şiire aktarma yönteminiz nedir?
Evet, beni şiire iten durumlar vardı, var... Yaşadıkça da var olacakmış
gibi görünüyor. Çocukluğumdan beri bir tutku olarak kaldı okuma, şiir,
yazı... Kitap okuma ve şiir yazma sevdam çok küçük yaşlarda başlamıştı.
O zamanlar yazdıklarımın şiir olduğunu iddia edecek değilim elbette. Ama
sözcüklerle kurduğum akrabalığın çok küçük yaşlardayken başladığını
gayet iyi biliyorum. Erişkin dönemlerimde, iyi niyetlerimizin bile
‹eskiz'lerden ibaret olduğunu ayırt ettiğimde hançere sancısı
başlamıştı. Eskizlerin ve aslına yabancılaşmanın karşısında, bireysel
başkaldırımın şiir biçiminde --ve ilk olarak günlük sayfalarında--
ortaya çıktığını gördüm. Ben'in biz'den, biz'in ben'den habersizmiş gibi
davrandığı bir eskizler dünyasında, sabaha düş asılları ile başlamanın
albenisine kapıldım. Ve hemen hemen bütün şairler gibi ekonomik,
akademik ve mesleki açıdan yoksunluklar içinde olacağımı bile bile şiire
soyundum.
Evet, beni şiire iten durumlar vardı, var... Yaşamdaki her şey şiir
yazdırabilir bana. Bazen sözcük, imge ya da dizeler öylesine takılır ki
aklıma, şiiri yazmasam çıldıracakmışım gibi gelir. Yazarım; şiir de
kurtulur, ben de... Bir sözcük, bir tümce, bir imgelem, bir fotoğraf,
bir film, bir gülüş, bir gözyaşı ya da değişik ve ayrıksı herhangi bir
şey, şiirin uç vermesine yol açabilir. Bir bakıma aşk gibi görüyorum
şiiri, şairi de yüreğini ele geçiremedikçe usuyla hesaplaşan bir çığlık
uzmanı... Şair aynı zamanda özür dilemek için yazar, bütün insanlar
adına kendinden ve umarsızlıktan özür dilemek için... Başkaldırır,
yıkar, gösterir... Başka hiçbir gücü de yoktur. Öncelikle gösterir şair;
bir ‹sezgi fotoğrafını› gösterme çabasından başka hiçbir şey gelmez
elinden. «Baksak, görsek ve farkına varsak, belki alışılmışın dışında ve
daha güzel fotoğrafları yakıştırırdık kendimize» diye düşünmesini bekler
okurun. Şaire göre insan, üretmenin, üleşmenin, sevmenin, sevişmenin,
dokunmanın, onurla yaşamanın ve yaşatmanın fotoğrafında dolaşması
gereken güzelduyusal varlıktan başka bir şey değil çünkü...
Şiirin sancıları hayatınızı nasıl etkiliyor?
Şunu hemen peşin söyleyelim: Şiir yazmadığı zamanlarda da sancılıdır şair. Yaşamın ta kendisine ve ayrıntılarına bakışı yüzünden... Ama şiirin oluşması sırasındaki sancı biraz daha yoğun ve farklıdır. Bir anne adayının doğuma durmasından hemen önceki sancılara benzetebiliriz. (Sözü edilen sancıyı, ancak doğum yapan bir anne bilebilir. Ama anlatılanlardan, gözlemlerden, çağrışımlardan ve sezgilerden çıkardığımıza göre benzersiz bir sancı olduğunu hissediyoruz.) Böylesine sancılara rağmen, doğum sonrasında huzur içinde bir ana-tanrıçadır kadın. Çocuğunu yitirse de bilir doğurgan bir tanrıça olduğunu. Şair ise onca sancıdan sonra yarattığı şiirine ilk muhalif kendisi olacaktır. Şiirin ilk yabancısı, ilk ötekisi yine kendisidir. Ayrıca bu durum şiirin de umurunda olmaz. Var olduğunu fark ettikten itibaren alıp başını gidecek ve ilk unuttuğu da kendisini yaratan şairi olacaktır. O vefasız şiirin şairi ise, gerçekten tuhaf denebilecek yeni hazlar içinde, bambaşka bir gebeliğe ve sancıya soyunacaktır. Kâğıt, kalem, sözcük ve imge cümbüşü içinde...
«Senden vazgeçmedikçe / seni sevemem» beyitini açıklayabilir misiniz?
Önce şunu belirteyim: Bütün sevmeler ‹aidiyet› kokar. Ben'in bir
başkasını sahiplenişi söz konusudur burada. Sevdiğimiz ya da âşık
olduğumuz kişiyi ben'le ‹bir'leştirmeye ve sonuçta ‹yok› etmeye
çalışırız. Bunun ‹iradi bir durum› olduğunu değil, ‹bir durum› olduğunu
söylemek istiyorum. Bu durumu fark eden ya da bilen bir kişinin,
karşısındakini özgür bir ‹ben› olarak algılaması ve yaşarken bunu
göstermesi, iki ‹ben› arasındaki uyum bozulduğunda ise ondan
vazgeçebilmesi sevginin en önemli göstergesidir. Böylesine bilinçli ve
saygılı bir tavrın, iki kişiyi de arındıracağını, ayrı yaşamak zorunda
kalsalar bile sevgilerinin sürmesini kolaylaştıracağını belirtmek
istiyorum. Birbirine katlanmak zorunda kalmadan birbirini sevebilen iki
insan... Düşü bile güzel, değil mi?
Ancak insanın ‹benci'liğini alt etmek o denli kolay değil... Yukarıdaki
beyitte, tutku ve aşkın ben'leri biz yapmak yerine, başka bir ben'e,
yani tuhaf bir ‹bileşke- ben'e dönüştürdüğüne, birlikteyken sevdanın can
çekiştiğine, ortalıkta mülkiyetin cirit attığına işaret eden bir metafor
var. İki ‹ben› de ‹ben'likten çıkma, metamorfoza uğrama, yok olma
tehlikesiyle karşı karşıya. Çünkü aşk, ‹öteki'ni bütünüyle ele geçirme,
ona ulaşma, onu ‹ben'leştirme› ve ‹yok'laştırma edimidir. Öteki'nin
varoluşuna saygı aşkı değil, sevmeyi gerektirir. Sevmek de, ben'in,
başkasına ait bir ben'in sınırlarını zorlamaya başladığını duyumsadığı
an, o başkasından vazgeçebilme yüceliğidir.
«saçımdaki beyaz da bitti, ipek tülbendin ölümü / anlıyorum artık tozun da, tuzun da, közün de / kalmamıştır kül kadar hükmü»... Ölüm ve yalnızlık tanımlamalarınızın ve bu olgulara ilişkin imgelerinizin arasında bir ilişkiden ya da ayrımdan söz edilebilir mi?
Aslolan yaşamaktır. Şair de hayatın içinden gelmekte, oradan beslenerek
üretmekte; ama ölümün, insan ömrünün sonunu bağlayan tanıdık bir olgu
olduğunu bilmektedir. Ayrıca, kendine bilinçli yalnızlık süreçleri
hazırlayan bir kişi olduğu için, ‹ölüm› izleğiyle en çok yüzleşen
insanların da başında gelmektedir. Yalnızlık dediğimiz şeyse, ‹ben'in
tek başınalığının farkına varma hali olsa gerek... Sanatçıların hemen
hepsi yaratma aşamasında, yalnızlığı özellikle seçmek konumundalar.
Sevmek yoktur artık o aşamada; paylaşmak, dokunmak, sevişmek yoktur.
Gittikçe büyüyen bir yaratma sancısına, ancak yalnızlığınız
katlanabilir...
Aslolan yaşamaktır demiştik. Ölümün de değişmez bir gerçeğimiz olduğunu
biliyoruz. Ölüm izleğinin şairler tarafından sıkça işlenmesinin nedeni,
onun farkına varıldığının ve bir adım geride bırakılmaya çalışılmasının
düşü ve arzusu olabilir. Herhangi bir insan için ‹hısım› gibi görünen
‹ölüm ve yalnızlık› ikilisi, sanatçı için birbiriyle çekişen, birbirini
yok etmeye ya da ertelemeye çalışan iki ‹hasım'dan başka bir şey
olmasa gerek...
Günlük tuttuğunuzu biliyoruz. Bir yazar, bu çeşit yazın türlerini deneyerek ne çeşit kazanımlar elde edebilir?
Günlük tutmak ile kazanımlar elde etmek arasında doğru bir orantı
olduğunu yadsıyamayız. Ancak günlük tutmadıkları halde, çok iyi eserler
veren şair, öykücü ve romancılar tanıyorum. Başka bir sorunuzu
yanıtlarken değinmiştim: Hatıra defteri tutmaya başladığımda yedi sekiz
yaşlarındaydım. Bu defterin günlüğe dönüşmesi ortaokul ve liseli
yıllarımda başladı. Yaşadığım acıları, sevinçleri, hüzünleri, aşkları,
kırıklıkları, umutları, düşleri, karabasanları kendime adreslediğim ilk
mekânlardı günlüklerim. İlk aşk şiirlerimi, komşular ve arkadaşlarla
kurduğum dostlukları, ortak acıları, yenilgilerimi, zafer sandığım
şeyleri bir vakanüvis ciddiyetiyle kaydediyordum. Babamın iş
değiştirmesi nedeniyle Kasımpaşa'dan Adapazarı'na göçmüş ve ortaokulu
orada okumuştum. İlk şiirlerimin Adapazarı'ndaki günlük gazetelerden
birinde (sanırım adı ‹Gürses› olan bir gazetede) yayımlandığını
anımsıyorum. Henüz on üç yaşındaydım ve o gazetede ‹Çocuk Hikâyeleri ve
Şiirleri› adlı bir köşem vardı. İlk ve önemli kaynaklarım günlüklerimdi.
Sonraları askeri okullar, gizli tutulan günlükler, yırtılanlar,
yakılanlar, ara verişler, değişen koşullar yüzünden günlük tutulamayan
yıllar... Derken 1985 yılında yeniden başladım günlüğe.
Arada bir karıştırıp okuduğumda, kendimle ilgili pek çok ‹yalan'la da
karşılaşıyorum elbet. Sanırım çocuk ve gençlerin (başkaları tarafından
okunur korkusuyla olsa gerek) yalana en çok başvurdukları yer
günlükleridir. Ama şiir, yalanı çok sever (!). Bu yüzden belki, o
defterlerdeki yalanların karşılıklarıyla günlük yaşamda yüz yüze
geldiğimde, o güzelim yalanların düşlerle süslenerek şiirleşmeleri pek
kolay oluyor... Sözün kısası çağrışımlar, ilhamlar, yalanlar, yaratılar
ve keşifler çıkınıdır günlük. Otokontrol hücremiz olduğu kadar,
kendimizi havalandırdığımız alandır da... Yenilenmemizi söyleyen gerçek
dosttur günlüğümüz. Krallığını ilan ettiğin yerdir orası, soytarılığına
deneyimler kazandırdığın okul... Günlük tutanların, ben'lerini
sorgulama, değiştirme, yenileme ve izleme olanağına, tutmayanlardan çok
daha fazla sahip olabileceğini düşünüyorum.
Niçin «bir tek aşk yok ayrılığı ve yalnızlığı barındırmayan içinde»?
Aşk özünde tutku ve düşkünlükle özdeşleşen, ancak pek çok sıfat ve isim tamlamalarında çoğunlukla tamlanan konumunda olan bir kavram: Tensel aşk, tanrı aşkı, vatan aşkı, insanlık aşkı, adalet aşkı, platonik aşk, yasak aşk, doğa aşkı vb. Aşk'ın tamlayan olduğu durumlar da var: Aşk yarası, aşk yuvası, aşk badesi, aşk beldesi vb... Yukarıdaki dizede geçen aşk, bir kimsenin başkasına duyduğu cinsellik, kimyasallık ve aidiyet taşıyan tipik bir aşktır. Böyle bir aşkta görme, ulaşma, kavuşma, tanıma ve nihayet ele geçirme gerçekleştiğinde, ilişki hâlâ aşk olarak adlandırılsa bile, içeriği biçim değiştirmiştir. Ve böyle bir aşk (!) kimseye zarar vermeden mışıl mışıl (!) sürer gider. Oysa yoğun istem ve girişimlere karşın, ben'ler bağımsızlıklarını koruduklarında ve birbirlerini ‹bileşke-ben'e dönüştüremediklerinde süren eğilimdir aşk. Aşkı aşk yapan da işte bu, ben'leştirme savaşı sırasında çekilen acıların toplamı ya da bileşkesidir. Acıların çoğunlukla aşırı, ölümcül ve katlanılmaz boyutlarda oluşu yüzünden, ayrılık ile yalnızlık hemen eşikte beklemektedirler. Eğer eşikten içeri alınır ve evcilleştirilirlerse, aşk denilen şey saygı, sevgi ve alışkanlıklardan ibaret olan ve kimlik derdi taşımayan bir birliktelik halini alıverir. Eşikte kalmayı sürdürürlerse, içerideki aşk da sürüyor demektir. Bir gün bu büyük savaş yerine ben'in onuru ve bağımsızlık kaygısı gündeme gelirse, aşk, eşikte bekleyenler tarafından çekilip götürülür. Ayrılık ve yalnızlık ikilisinin tuhaf bir serüvenleri var bana göre: Onlar her nerede aşk görürlerse gidiyor ve o evin eşiğine yerleşiyorlar. Gece gündüz ‹ben'lerin savaşlarını gözleyerek, onur ve bağımsızlık duygusunun su yüzüne çıkmasını bekliyorlar. Aksi takdirde sonsuza dek o eşikte kalacaklarını biliyorlar çünkü... Yani bu ikiliye, aşkın ruhları ve yoldaşları yerine cellatları demek daha bir yakışıyor...
«Yürek eskirse usa sığınabilir» mi?
‹Yürek› burada duygusallığı ve özellikle sevdayı vurgulayan bir
eğretileme elbette. Duygusallıkları törpülenmiş; sevdalara soyunmayı
unutmuş; dokunmayı, acımayı, yardım etmeyi, güzellikleri yaşamamış ya da
artık unutmuş birinin, aslında ömrü tamamlanmıştır. Bu tamamlanışı fark
etsin ya da etmesin, kişi doğanın herhangi bir canlı nesnesi olarak,
yaşamını güdüsel bağlamda sürdürmek isteyecektir. Ancak yukarıdaki
dizede gönderme yapılan kişi, sevdayı ve duygusallığı vaktiyle yaşamış,
acılar çekmiş ve sonunda bilinçli olarak yüreği yedeklemiş ya da
ertelemiş kişidir. Ona göre usundan başka kabul edileceği hiçbir yer
yoktur. Bize göre de öyledir aslında. Kendi karamsarlığından yola çıkıp
kendi kara-deliğinden başka bir hedefi kalmamış kişinin yüreği kadar usu
da karanlıklar içindedir. Bu kısır döngü de ancak orada kabul
görebilir.
Özümsenmemiş bilgi ve birikimin bana göre en büyük kötülüğü, yüreğin
eskimesi halinde, onu yenilemek ya da yeniden denemek yerine, usa
çekilip unutmanın tek umar olduğunu düşündürtmesidir. Yürek, sevda,
duygusallık, duyarlılık vb. kavramlar eninde sonunda zaten usu
eğretileyen kavramlardır. O halde özümsenmeyen bilgi, fenomen ve
birikimin, estetik, yararlılık ve dışavurum açısından ‹güzel insanı›
yaratması ve güzellikte devamlılığı sağlaması söz konusu bile değildir.
‹Usulca› adlı şiir kitabınızdaki ‹Tirinam Aynaları› adlı şiirinizle edebiyat dünyasının kirli yüzünü ortaya koyuyorsunuz. Bu yüzü bize de anlatabilir misiniz?
Anlatılacak bir şey yok aslında. Sadece söylenecek ve sözcüklerle
fotoğraflanacak şeyler var. O şiirle bir fotoğraf göstermeye
çalışıyorum. Tabii ki her alanda olduğu gibi, edebiyat dünyasında da
bilmediğim(iz) ve fotoğraflanması gereken ne çok şey vardır. Başka şair
ve yazarlar da söylüyor. Hatta kimileri açıklamalı şekilde ve sayfalarca
anlatıyor. Antolojiler, jüriler, yarışmalar, kapağı bile açılmadan
elenen dosyalar, alıntılar, çalıntılar, kayıntılar, küfür ve hakaret
dolu saldırı yazıları, saldırgan özsavunular (!), aşağılamalar,
editörlere yakınlıklar, hizipler, ahbap çavuşluklar, kayırmalar,
ayırmalar, şunlar bunlar... Saymakla bitecek gibi değil... Doğrusunu
isterseniz bu konuda ahlaklı söylemlere sığınıp büyük laflar etmenin bir
âlemi de yok, yararı da... Yenilerin ve gençlerin böyle yapmayacakları
umudunu saklı tutarak, böyle gelmiş böyle gidiyor demek zorundayım.
Kimlik ve kişiliklerin, aydın olma sorumluluğunun çok uzun ve çok
derinlemesine tartışılması gerektiğine inanıyorum. Tabii ki bu işin
uzmanı olan akademisyenlerin önderliğinde...
Edebiyat dünyamızda trajikomik şeylere tanık oluyoruz. Genç ve yeniyken,
bir eseriyle hemen tanınan ve edebiyat dünyasındaki yanlışlara ve
yanlışlıklara karşı büyük laflar eden bir yazarın kısa bir süre sonra
değişmesi işten bile değil... Köşebaşlarını tuttukça, kendisi gibi
olanlarla işbirliği yaptıkça, erk oluşturdukça başkalaşım geçiriveriyor.
Erk'in sadece siyaset alanında gündeme getirilmesi, politik bir
kara-gülmeceden başka bir şey değil doğrusu... Oysa sanatçı denince
aklıma ‹önce kendi iktidar koltuğunun dibini kurcalamayı becerebilen›
yaratıcılar geliyor. ‹Tirinam Aynaları› adlı şiirimi vakti zamanında
dergilere göndermiştim. Üçer ay arayla, en az beş veya altı dergiye...
Üç ay bekliyordum, yayımlanmayınca başka dergiye... Sonunda hiçbiri
yayımlamadı. Gördüğünüz gibi nerdeyse hepimize gönderme yapan bu
fotoğraf-şiir ancak ‹Usulca› adlı kitabımda yer bulabildi (!). Siz
gençlere, uzatmadan şunu söyleyeyim: Nasılsa edebiyat dünyasının
içindesiniz. Yaşayın, gözlemleyin, deneyin, yanılın, bir daha deneyin
ama bu kez yanılmayın... Hepsi bu... Bir yerlerde erk koltukları görür
veya hissederseniz, yararlanmayacak bir uzaklıkta kalın ve dinamit
lokumlarınızı hazır tutun!
‹Tabanımdaki Çamur› adlı romanınızda, ana karakterler olan Bahriye ile Kerim'in düşünce ve davranışlarında belirgin bir karşıtlık olduğunu görüyoruz. Kerim duygularının ve geçmişinin üzerine giderken, bunları besleyerek büyütmeye çalışırken; Bahriye, Kerim'i barındıran geçmişini unutmaya, Kerim'den kopmaya çalışıyor. Böylesine karşıtlıkların ve çelişkilerin, romanın oluşum sürecindeki anlamı nedir? Sizin için kişisel (özel) bir anlamı var mı?
Edebiyatçı bağlamında kıskanç biri değilim. Kıskandığım bir tek şair
veya yazar anımsamıyorum. Ancak kimi çevrelerce romanıma biraz daha
fazla ilgi gösterilince, şiirlerim adına kıskançlık duyduğumu itiraf
etmeliyim (!). Ben, romanını kıskanan şair Aziz Kemal (!). Oysa
‹Tabanımdaki Çamur'un dört dörtlük bir roman olduğunu sanmıyorum. Zaten
koyduğum alt başlıkta da gerekli açıklamayı yapmışım: «Nahif Bir Roman
Denemesi ya da Kısacık Ürperişin Upuzun Bir Öyküsü»...
Her romancı için, ilk romanı başta olmak üzere, tüm romanlarına
kendisinden izdüşümler taşıdığı söylenir. Doğru olabilir. Ancak bu
roman, vurularak öldürülen kardeşim Aziz Çolak'ın son beş gününü anlatan
bir romandır. Tarihler, meslekler, mekânlar, kişilerin ve ilişkilerin
pek çoğu tamamen kurgudur. Aziz'in bazı yazı ve defterleri ile benim
günlüklerimden birçok alıntı yapılmıştır. Kerim'in kişiliğinde Aziz
Çolak ve Aziz Kemal Hızıroğlu başta olmak üzere bir hayli insanın
izdüşümü vardır. Roman dediğimiz şey, gerçeklerden ne denli yararlanırsa
yararlansın, eninde sonunda bir kurmacadır. Bahriye de, Kerim de çok
kişinin zaaflarını ve güzelliklerini yüklenmiş karakterlerdir. Kerim
(geçmişinde olduğu gibi hâlâ) katıksız bir devrimcidir, Bahriye ise (bir
zamanlar sıkı olan) bir devrimcinin kardeşidir. İki insan arasındaki
bütün fark özünde burada yatmaktadır. Kerim güneştedir, ne istediğini
bilir. Oysa Bahriye mehtapta dolaşır; çünkü ailedeki konumuna koşut
olarak kimliği de gölgede, hatta karanlıktadır. Vaktiyle de olsa güneşli
bir ağabeyi vardır; yıllarca ondan yansıyan ışıklarla idare etmiş, ama
son zamanlarda ağabeyi ışık yitirdiği için, Bahriye asıl kimliği ile baş
başa kalmaya başlamış, koyu bir karanlığa ve yalnızlığa sürüklenmiştir.
Her şeyden önce çarpıcı bir fenomendir Bahriye. Yunan tanrıçalarını ve
heykellerini kıskandıracak denli güzeldir. Kerim'in tutkusunun ve
yanılgı payının büyük bir kısmı, bu güzelliğe meftunlukta yatmaktadır.
Fenomenoloji açısından bir yanlışlık olmayabilir; ama burada yüreği
durmadan karanlık usuna yaslanan umarsız bir Bahriye ile bu güzellik
yüzünden yüreğine usunu yedekleme cüretini gösteren bir Kerim söz
konusudur. Hangi nedenle olursa olsun ve kendini ne kadar sorgularsa
sorgulasın Kerim sırılsıklam âşıktır. Kerim'in bu tek kişilik aşkı ile
kararsızlığın ve alışkanlıkların dürtüklediği güzel Bahriye arasında
geçen trajik bir romandır ‹Tabanımdaki Çamur›. ‹Gerçekçi bir roman›
diyor bazı eleştirmenler. Doğrudur; çünkü bütün kurgular ekmek, su,
toprak denli yalın ve somut gerçeklikler üstüne kurulmuştur. Romanımın
benim için çok kişisel bir anlamı olduğu, anlattıklarımdan açıkça
anlaşılmıştır umarım. Ancak bu kitabı dikkatli şekilde okuyacak herkes
için de, nostaljik ve geleceğe yönelik ‹özel› bir anlamın
oluşacağına inanıyorum.
‹Beyaz da Bitti› bu yıl içinde çıktı. Şimdi tezgâhınızda neler var?
Edebiyat bağlamında söylersem, son birkaç yıl içinde çok fazla yoruldum.
Yedi kitabımın ikinci basımları yapılırken, iki de yeni kitabım
yayımlandı. Dersler, söyleşiler, şehir içi ve dışı koşuşturmaları da
eklenince varın gerisini siz düşünün. (‹Yaşlandım, yaşlanıyorum› sözünü
inatla söylemediğime dikkat ediyorsunuz değil mi!?) Ben şiirlerinden ve
kitaplarından maddi kazanç elde etmiş bir şair değilim. Pek çok şair ve
yazarın da benim konumumda olduğunu gayet iyi biliyorum. Maddi kazanç
elde etmek diye bir derdim de olmadı aslında. Galiba kazananların
olduğunu bilmek, ‹ben kazanmadım› vargısına götürüyor insanı. Varsın
olsun, sağlıklı kalabildiğim müddetçe part-time çeviriler, dernek ve
vakıflardaki İngilizce grup dersleri ve özel derslerle geçimimi sağlar
giderim. Sonra? İnanın ki sonrasını düşünmediğim gibi umursamıyorum
da...
Tezgâhımda neler var? Önce tezgâhımdan hiç eksik olmayanları sayayım:
Bir duble rakı, biraz peynir, bir kitap ve üç beş dergi... Çalışma
odamın sağına soluna dağılmış, çantalarımda sıkışıp kalmış, mutfak
masasının altına günler önce düşmüş pek çok müsvette kâğıttan da söz
etmeliyim. Onlarda ne mi var? Üç aşağı beş yukarı yakalanmış,
kurgusallıklarında küçük problemler taşıyan, müdahalemi ve yeniden
burnumu sokmamı bekleyen onlarca şiir... Varsın beklesinler, bugünlerde
uğrarsam uğrarım. Onların keyfi yerinde, ben ne dersem diyeyim,
kendilerini tek tek dolaşacağımı nasılsa biliyorlar (!). İçimde hep o
has şiiri bulacağıma dair nahif umut... Bir bulsam ne yapacağımı
biliyorum: O zaman tezgâhımda sadece rakı, peynir, kitap ve dergi olacak
ve de etrafta bir tek yazılı veya yazısız kâğıt bırakmayacağım!
2003 yılında belki yeni bir kitap daha diyorum. Bekleyen şiirlerle
dergilerde görünmüş olanları derleyebilirim. Ancak bu yorgunlukla
(dikkat, yaşlılıkla demiyorum!), altından nasıl kalkarım bilemiyorum.
2003'ün gelmesini bekleyelim önce... Bir yaş daha gençleşeceğim için
yeni bir dirilik diyorum, neden olmasın?
Bunca uzun yanıta ve ayrıntıya gösterdiğiniz sabır için teşekkürler...