sahibinden satılık - sinem şık
Eve gelmesine daha yarım saat var. Odanın içinde, aynı çizgi üzerinde bir ileri bir geri giderken, gününün nasıl geçtiğini tahmin etme egzersizleri yapıyorum. Gergin ve yorulmuş bir yüz bekliyorum bugün. Sabah evden çıkarken üzerinde ince bir bluz vardı. Akşama doğru yağmur çiselemeye başladı, üşümüş ve yanına hırkasını almadığı için de kendine kızmış olmalı. Yağmurlu günlerde dışarıda olmayı pek sevmez.
Pencerenin önünde, boyunlarını bükmüş sardunyalar... İçinin doğaya karşı şefkatle dolu olduğu zamanlarda, sağlıksız, solmuş yaprakları tek tek ayıklayıp, kalanların üzerinden, sokağın tozunu özenle siler. Çiçek açmışlarsa sevinir, sevinci hemen yüzünden belli olur. Ama son üç gündür, onlara su verdiğini görmedim.
Onu, ilk kez on yedi ay önce, gene böyle yağmurlu bir günde görmüştüm. Belki ağaçlar ve kaldırımlar biraz daha ıslaktı. Hızla yürüyüp yanımdan geçen bu esmer, uzun boylu kadın, bir elinde tuttuğu şemsiyesiyle garip görünüyordu. Ya da herkes için öylesine, sıradan biriydi de, benim için garipti. Kumlu palto, küçük olduklarını çok sonra öğreneceğim ellerinde açık renk eldivenler, siyah zarif ayakkabılar... Beni fark ettiğini sanmıyorum, çünkü ben herkes için her zaman «öylesine» biriydim işte. Önüm sıra biraz daha yürüyüp, sağdaki sokağa girdi. Peşinden gitmek aklıma gelmemişti, o gün nereye gittiğini hiç öğrenemedim. Sonraki günlerde bir kez daha gördüm onu. Bu sefer, henüz aydınlık bir akşamüstüydü. Telaşı doğal, giyinişi sade... Gözlerini kısıyordu güneşe karşı. Göz göze geldik, dikkatli bakışıma anlam veremedi. Onu birine, mesela eski sevgilime benzettiğimi düşündü belki de. Kısa süren bir karşılaşmaydı, ama önemliydi; beni ilk kez görmüştü.
Dalmışım, eve giriş ânını kaçırıyorum. İçeri girer girmez ışığı yakmış. Beklediğim gibi değil, neşeli ve mutlu görünüyor. Bir hırka var üzerinde, onun mu bilmiyorum, üşüyünce bir arkadaşı vermiştir giymesi için. Kadın hırkasına benzemiyor, bir an burkuluyor içim. Gözden kayboluyor. Üstünü çıkarıp yüzünü yıkıyor olmalı. Kıyafetleri hâlâ üzerinde, geri dönüyor az sonra. Ne dinlediğini bilmiyorum, ama çok iyi tanıdığım salonunun duvarlarında bir müzik yankılanıyor şu anda; yüksek sesle dinlemeyi sevdiğine eminim, benim gibi. Çantasından bir kâğıt çıkarıyor, ne olduğunu göremiyorum. Tek kişilik yeşil çizgili koltuğa oturup ağır ağır inceliyor. Birden ayağa kalkıyor, pencereye doğru yaklaşıyor. Bir iki kere bakarken yakalanmış, başımı, karşı evde perde açıkken içeride neler olduğuna sadece göz atan sıradan biri gibi ustalıkla diğer tarafa çevirmiştim. Huzursuz bile olmamıştı. Canını sıkmayı istemem, kenara çekiliyorum. Beni görmüyor; ama gene de izlendiğini sezmiş gibi, perdeleri kapatıyor sıkıca. Artık sadece ışığının yansımasını görebiliyorum. Öğrenebileceğimse en çok kaçta uyuduğu olabilir ki, bu canımı sıkıyor. Günün notlarını deftere kaydediyorum hemen. «Onun defteri bu olmalı» diyebilmek için uzun uzun aradıktan sonra bulduğum ve içine birbirinin benzeri günleri ve cümleleri ardı ardına dizdiğim deftere... Saat: 00.30. Işığı sönüyor. Perdeler tıpkı konuşmamaya yeminli bir çift dudak gibi...
Güzel bir sabah. Kalkar kalmaz pencerenin önünde dikiliyorum hemen. Perdeleri hâlâ kapalı. Uyuyakalmıştır. Bir süre bekliyorum. Sabahleyin kahvaltısını yapmadan güne başladığını pek görmedim. Çünkü sabah kahvaltısı onun için bir törendir. İnce belli bardakta üç şekerli çay, bazen kızarmış ekmek, bazen rafadan yumurta. Saat dokuz buçuk oluyor; her zamankinden daha erken çıktığını düşünüp vazgeçtiğim sırada, aniden perdeleri açıyor. Yüzünde kararlı bir bakış, elinde tuttuğu büyük beyaz kâğıdı dört yanından pencereye yapıştırıyor. Kötü bir sürprizle karşı karşıyayım. Kâğıdın yazısız tarafı güzel salonunun içine bakarken, bana dönük tarafı çığlık çığlığa «Sahibinden Satılık» diyor. Acıyı mı yoksa çaresizliği mi, önce hangisini hissedeceğime hemen karar veremiyorum. Henüz geç değil, hâlâ karşısına çıkmam ve konuşmam mümkün, tamam; ama benim gibi çirkin ve içine kapanık bir adam öyle bir kadının karşısına çıkıp ne diyebilir ki? Aklıma tam bu sırada fena sayılmayacak bir fikir geliyor. Ellerimin arasından kayıp gitmesine izin veremem.
Akşam olmasını sabırsızlıkla bekliyorum. Eve geliyor, yemeğini yiyor. Her şey sırasıyla hazır. Telefonu çalıyor. «Efendim?» diyor. «Ben ilan... şey...» diye kekelerken, kendime geliyorum. Son şansım... Sonunda evi görmek istediğimi söylemeyi başarıyorum. «Şimdi mi?» diyor kibarca itiraz eden ses tonuyla. «Komşu sayılırız» diyorum ve söyleyiveriyorum karşı apartmanın dördüncü katında oturduğumu. İkna oluyor; «Peki, buyurun» diyor.
Aylarca süren aşk ve hayranlık dolu bir takip... Ve işte yarım saat sonra kapısının karşısındayım. Zili ilk çalışta açıyor. Yüzünde beni hatırladığına dair en ufak bir kıpırtı yok. Elini sıkıyorum; küçük, beyaz ve bakımlı elini... Tanışıveriyoruz. Kelimeler, yere kondukları anda hemen kaybolan kar taneleri gibi - unutuyorum söylediklerini duyduğum anda. Tüm dikkatimi evin bunca zamandır hiç bilmediğim ve az sonra göreceğim arka tarafındaki odalar üstünde toplamış, o önde, ben arkasında evi gezmeye başlıyoruz. Her şey hayal ettiğim kadar ince ve zevkli. Yatak odasında büyük bir kütüphanesi var. Bazı akşamlar elinde kitaplarla eve geldiğini, aralarından birini seçip günlerce elinden düşürmediğini, bitirmek için acele etmeyip bazen aynı kitabı aylarca elinde gördüğümü düşünüyorum. Her şey yerli yerine oturuyor, demek en büyük sığınağını buraya kurmuş.
Ben bunları düşünürken, o anlatmaya devam ediyor. Oysa duvarların boya-badana istediği umurumda bile değil. Uydurma bir şeyler söylüyorum. O diğer odaya geçerken, cebimden defterini çıkarıp köşede duran masanın üstüne bırakıyorum. Kapıdan çıkmadan, evi beğendiğimi söylüyorum. Beni uğurlarken gülümsüyor; ben de gülümsüyorum, ama onun gibi değil...