söyleşi: dinçer sezgin
Dinçer Sezgin, 1939'da İzmir'de doğdu. Çanakkale Öğretmen Okulu ve Eğitim Enstitüsü-Edebiyat Bölümü'nü bitirdi. Dokuz yıl edebiyat öğretmenliğinden sonra, TRT'de 28 yıl boyunca prodüktörlükten spikerliğe bir çok görev alarak, bin beş yüze yakın program yayınladı. İlk yazısı "Tekerlemeler" Türk Dili dergisinde yayımlandı (1959). O tarihten bugüne, başta Varlık olmak üzere, Türk Dili, Gösteri, Oluşum gibi bir çok edebiyat dergisinde şiir, öykü ve yazılarını yayınladı. Cumhuriyet, Yeni Yüzyıl, Milliyet gazetelerinde de yazarlık yaptı. Halen Radikal gazetesinde "İzmir Esintileri" adlı köşenin yazarıdır. Bugüne kadar dört öykü, bir öykü-röportaj, iki çocuk romanı, üç şiir kitabı yayımlamıştır. Yayımlanan yapıtlarıyla bir çok ödülün de sahibidir.
Emrah Altınok: Sizinle önceki görüşmemizde özellikle usta şairlerden
birçoğunun edebiyat dergilerini takip etmediklerinden bahsetmiştiniz. Bu
konuyu bir kez daha açabilir misiniz?
Dinçer Sezgin: Hemen hemen bütün yazar ve şairlerimiz, ekonomik
güçleri elverdikçe edebiyat - sanat dergilerini izlediklerini söylerler,
ama benim tanık olduğum bir olay var: Bu dergilerde önce kendi
yazılarının olup olmadığına bakarlar, sonra kendilerine yakın buldukları
sanatçıların ürünlerini bazen derinlemesine ama çoğunlukla şöyle bir göz
atarak okurlar. Aylık bir dergiyi baştan aşağıya ve büyük bir dikkatle
izleyen arkadaşa çok az rastladım. Hatta gazetecilik yaptığım dönemlerde
gazete muhabirlerinin de kendi gazetelerindeki yazılardan bile haberdar
olmadıklarını gördüm. Nedense bu genel ilgisizliği hem gazetelerde hem
de kültür-edebiyat-sanat dergilerinde görüyoruz. Bunun temelinde yatan
psikolojik bir neden olmalı diye düşünüyorum. Yazarların ve şairlerin
birbirlerini eleştirmekten, hatta birbirlerinin yazıları üzerine
düşünmekten kaçındıkları geliyor aklıma. Böyle bir temelden hareketle
eleştiriye ne denli dayanıksız aydınlar olduğumuzu da hemen gündeme
getirebiliriz. Henüz bu konudaki düşüncem tam anlamıyla yok olmuş değil.
Elbette böyle davranılmamasını gönül ister. Ne var ki, yaşanılan gerçek
budur.
EA: Dikkat ettiğim kadarıyla 'dergileri takip eden bir
edebiyatçı' olarak, edebiyat dergileri hakkındaki düşüncelerinizi
öğrenebilir miyim?
DS: Bugün piyasada bulunan edebiyat dergilerini birkaç
kategoriye ayırmak mümkün. Bunlardan bir tanesi kadro dergileridir. O
dergilerde katılaşmış bir kadro vardır. Kadronun yazdıkları ve
yarattıkları ürünlerle dergi doldurulur. İkinci kategoride amatör
dergileri görüyorum. Amatör dergiler her ne kadar yeni seslere yer verme
iddiası ile ortaya çıkıyorlarsa da onların da belli başlı sorunları
vardır. Dergi sahiplerinin/kurucularının katılaşmış, kemikleşmiş kadro
dergilerine gönderdikleri ürünlerin kabul edilirliklerinin çok az oluşu
ya da hiç olmaması, üretimlerini kesmeyen bu arkadaşları harçlıklarını
birleştirmek suretiyle bir dergi çıkarmaya iter. O çıkan dergilerin ömrü
birkaç aydır. Mesela Bursa'da yayımlanan "Düşlem" dergisi bunlardan
biriydi. İyi bir kadrosu, iyi bir baskısı, temiz bir mizanpajı vardı.
Dört arkadaş kendi aylıklarından biriktirdikleri parayla bu dergiyi
çıkardıkları için dergiyi ancak on iki sayı çıkarabileceklerine karar
verdiler. Daha sonra on iki sayı yayımladılar ve on ikinci sayı sonunda
da kapanmaya karar verdiler. İkinci kategori de bunlar... Bir üçüncü
kategori daha var. Bunlar da taşra dergileri dediğimiz dergilerdir. O
dergiler, taşrada basılırlar ve içeriklerinde profesyonel imzalara da
rastlarsınız. Ama kentte basılan kent kültürünün oluşturduğu
basımevlerinin izlerini taşıyan görünümleri, o tür dergilerde pek
bulamazsınız. Bütün özenlerine rağmen neresinden bakarsanız bakın, o
dergiler "ben taşra dergisiyim" der size. Onların da ömrü pek uzun
olmaz. Çünkü ulaşım, dağıtım, telif ücreti ve iletişim sorunları gibi
birçok soruna sahiptirler. İlk birkaç sayının içeriğinde rastladığımız
profesyonel imzaların kimileri orijinal, hiçbir yerde yayımlanmamış
yapıtlarını gönderirler. Daha sonra içerikte o yazarların önceden başka
dergilerde yayımlanmış olan yazılarından alıntılarla karşılaşmaya
başlarız. Türkiye'de ilk derginin çıktığı Tanzimat yıllarından bu yıla
kadar 1870'lerdeki Fransız edebiyatının etkisiyle 127 yıl içerisinde
yaklaşık 127.000 dergi çıkmış diyebiliriz. İçlerinde en uzun yaşayanı
Kızılay ve Yeşilay dergileridir. Kültür, edebiyat ve sanat dergilerinin
içerisinde ise en uzun yaşayanı Varlık dergisidir. Sonra da el
değiştirmiş bir biçimde süren Türk Dili dergisidir. Yanılgı payım bana
ait olsun.
EA: Yanlış hatırlamıyorsam siz de bir dönem dergi
çıkarmışsınız. Dergiciliğin güçlüklerinden söz edebilir misiniz?
DS: Bir dönem Ahmet Say ile beraber "Türkiye Yazıları"nı
çıkardık. Derginin asıl sorumlusu ve sahibi Ahmet Say idi. Bizler
Ahmet'e yardım eden arkadaşlar konumundaydık. Ama dergicilik işlerine
ucundan kıyısından bulaştığınız an, o işin içine de girmiş oluyorsunuz.
Dergiye gönderilen yazıların ve şiirlerin seçiminden, saptanan ürünlerin
dizilmesinden düzeltilmesine, kapağından iç mizanpajın yapılmasına
değin, derginin, sanatçıların beyninde doğan ilk halinden başlayarak,
okurun eline ulaştığı ana kadar geçirmiş olduğu bütün serüvenleri, o
serüvenlerin kendine ait zorluklarını, uzunca yıllar ben Türkiye
Yazıları'nda yaşadım. Bir yazı kurulu olsun mu olmasın mı, dergi
sahibinin sözü ne kadar geçsin veya geçmesin, derginin politikası ne
olsun ne olmasın, hedef kitlesi ne olsun ne olmasına varıncaya kadar,
hemen her yazı kurulu toplantısındaki tartışmaları anımsıyorum. Derginin
çıkıp elimize geçtiği gün matbaa kokusuyla nasıl mest olduğumuzu
anımsıyorum. Ürünü dergiye girmeyen arkadaşlarla yapılan tartışmaları da
anımsıyorum. Hepsi de güzel anılardı...
EA: Radikal gazetesindeki köşenizde okura sanat ve
edebiyattan politik sorunlara, toplumsal olaylara kadar geniş kapsamlı
bir yazı çerçevesi sunuyorsunuz. Peki, bu yazıların oluşum sürecinden de
bahseder misiniz?
DS: İki aydır Radikal'de yalnızca cumartesileri yazım
çıkıyor. Daha önceleri haftada iki gün, cumartesi ve pazar günleri
yayımlanıyordu. Altı yıla yaklaşan bir süredir 'İzmir Esintileri' adlı
bu köşede yazmayı sürdürüyorum. Köşenin oluşumunda tek etken, Türkiye'de
çıkan hiçbir profesyonel ya da amatör anlamda gazetede, 'özellikle
İzmir'e ayrılmış bir köşe' olmamasıydı. Bana bu iş önerildiği zaman,
daha ağırlıklı olarak kültür-sanat-edebiyat etkinlikleriyle ilgili
esintilerden söz etmem istendi. Politika içerisinde daima sanat vardır.
Mademki sanat daima politika içerisindedir, işin politika yönüne de
değinmem gerekir diye düşünüyorum. Kültür sanat olayları neler olabilir:
tiyatrolar, galeriler, imza günleri, söyleşiler, paneller, açık
oturumlar, tartışmalar vb. Ancak ben, yazılarımı kurarken hem söz
edeceğim konunun sanatsal yanını öne almak, hem de bunun arkasında dönen
bir dümen olup olmadığını saptamak istiyorum. Eğer böyle bir koku alacak
olursam, onu da yazmakta olduğum kültür sanat yazısının bir köşesine
koymadan edemiyorum. Son zamanlarda işin politikasına fazlaca girer
oldum. Çünkü Sait Faik'in "Yazmasam deli olacaktım" diye bir sözü vardı
yanılmıyorsam. Ben de sanki yazmasam deli olacakmışım gibi bir duyguya
kapılıyorum. Bir "İzmir Esintisi" yazısını yazabilmek için mutlaka
hazırlık yapmam gerekiyor. Diyelim bir kitaptan, bir resim sergisinden
ve bir tiyatrodan söz edeceğim. O sergiyi görmeden, ressamla ve o
kitabın yazarıyla konuşmadan, o tiyatronun oyuncularıyla, yönetmeniyle
tartışmadan hiçbir biçimde oturup onlarla ilgili yazı yazmayı
beceremiyorum. Mutlaka gidiyorum, görüyorum ve konuşuyorum. Benim
görüşlerimi onlara aktarıyorum, onların görüşlerini alıyorum. Sözün özü
bir yazı için en az üç gün hazırlanmam gerekiyor. Elbette ki bu
hazırlığın bana katkıları da fazlasıyla oluyor. Sergiyi görmek, ressamla
konuşmak, bir oyuna gitmek, oyuncularla yönetmenle konuşmak, tartışmak
insanı çok zenginleştiren olaylar. Ama o üç günlük sürenin sonunda da
oturuyorum, almış olduğum notlarla izlenimlerimi kısa bir sürede yazıya
geçirebiliyorum. Yazmış olduğum yazının artısını ve eksisini bilerek bu
işi yaptığımdan kendime de güveniyorum. Bu üç günlük hazırlık süresini
yaşamadan da yazımı yazmayı gerçekleştirebilirim. Ama öyle yaparsam
kendime, kalemime ve okuyucularıma karşı saygım kalmaz.
EA: Biraz şiirden bahsedelim isterseniz. Sizce şiir genç
midir?
DS: Ben şiirin yaşlandığına pek inanmıyorum. Her dönemde
taze kalabilen şiirler vardır. Biz bunlara "evrensel şiirler" diyoruz.
Nasıl evrenselliğin süresi yoksa ve her zamanı kapsayan bir yaşama
parçası ise, bazı şiirler için de bunu söylemek elbette ki mümkündür.
Ama bazı şiirler de var ki, onlar üzerinden zaman geçince eskiyorlar
gibime geliyor. Özellikle sloganvari şiirler ve politik yanları ağır
basan şiirler, o politikanın geçersiz olduğu dönemlerde artık şiirsel
bir güzelliği taşımasalar bile ilk yazıldıkları dönemdeki etkilerini
koruyamıyorlar. Bugünün okurunu, özellikle genç okur kesimini, o
zamanların şiirleri artık heyecanlandırmıyor. Örneğin 1964'ten 1970'e
kadar olan şiirleri biliyorum. Heyecandan yerimizde duramadığımız, sol
kollarımızı havaya kaldırıp sloganlar attığımız günlerin şiirlerini,
şairlerini bilirim. Bugün o şiirleri okuduğum zaman artık aynı heyecanı
yaşayamıyorum. Hele hele o zamanları yaşamamış olan gençlere, bu tür
şiirlerin çok şey verebileceğini pek düşünmüyorum. Ama Attilâ İlhan'ın
"Piya"sının hiçbir dönem eskimeyeceğini biliyorum. Sevgi ile ilgili
yazılmış bir şiir hiçbir zaman eskimeyecektir. Aragon'un "Elsa'nın
Gözleri" yarına kalacaktır. Melih Cevdet Anday'ın "Rosenberg"ler için
yazdığı şiiri yarınlara kalacaktır. Bir Orhan Veli'nin dili eskimiş gibi
gözükse de bazı şiirleri yarınlara kalacaktır. Bunlara benzer yüzlerce
şiirden söz edilebilir. Örneğin, "Anabelle" şiiri geldi aklıma. Bugün o
şiiri bilmeyen şair yoktur. Hele ki bizim kuşağımızda o şiiri
ezberlememiş olan yoktu. Şimdi bir bakıyorum da eskimemiş şiirler olarak
aklıma hep sevgi şiirleri geliyor. Sevgiyi başa oturtmuş, sevgiyi
duyumsatan şiirler eskimiyor. Aynı şey öykü ve romanlar için de
söylenebilir. Politika hep vardır ama bazı politikalar eskir. Eskiyen
bir politikanın sloganı olan şiir de zaman içinde eskiyecektir.
EA: Bu anlamda genç şair tanımlaması yalnızca yaşa bağımlı
olarak kullanılıyor...
DS: Evet doğrudur. Bana göre yanlış kullanılıyor tabii. Bir
şair yetmiş yaşında da on sekiz yaşın duyumsamalarıyla dizelerini
kullanabilir, sevgiyi yorumlayabilir ve insanın içinde bir değişiklik
yaratabilir. İnsanın içinde değişiklik yaratabilmek olayı... yani bir
şiiri okumadan önceki Ahmet ile o şiiri okuduktan sonraki Ahmet arasında
bir fark yaratabilme durumu, bana göre hiçbir zaman o şiiri yazan
kişinin yaşıyla orantılı değildir. Bu bir ustalaşma işidir. Bu ustalığı
kimileri otuz yılda tamamlar, kimileri otuz ayda tamamlar, kimileri de
tamamlayamaz. O bakımdan nasıl şiirin yaşı olmazsa, ben şairin de yaşı
olmaz diye bakıyorum. Ama koşulum var tabii. Gereken olgunluğu elde
etmiş şairler için bunu söylüyorum. Hâlâ yetmiş yaşında olup da amatör
kalan, manzumeler yazan, güvercinlerin çektiği manileri yazan şairler de
vardır. Oysa on dokuz, yirmi yaşında olup altmış tane yaşlı şaire taş
çıkartacak olgunlukta, içi sağlam, dili sağlam şiirler yazan gençler de
vardır. Ama şu da söyleniyor tabii, yetmiş yaşında duyulan bir aşkla
yirmi yaşında duyulan bir aşk arasında ve bu şiirlerin sahiplerinin
yazdığı şiirler arasında bir farklılık yok mudur? Elbette vardır. Zaten
şairlerin eskimemesinin bir sebebi de bana kalırsa, o yirmi yaşındaki
genç gibi duyumsayabilmeleri ve onu on sekiz yaşındaki bir kişiye, on
sekiz yaşında biri yazmış gibi okutabilmelerindedir. Eğer
okutabiliyorsa, "bizim zamanımızda" lafını pek kullanmıyorsa ve eski
sevdalar ile yeni sevdalar arasında çok büyük farklar görüp, kendi
zamanının sevdalarını bugünkü sevdalardan hep üstte görmeye
kalkışmıyorsa, sevginin de eskimeyeceğine inanıyorsa ve öyle şiir
yazıyorsa, o zaman onun yazdığı şiir ve o şair eskimemiştir.
EA: Louis Aragon, "Her imge bir tufan yaratmalıdır" diyor.
Sizce böylesi bir şiir de o tufanın sancısıyla mı yazılıyor?
DS: Ben şiirin anlatmadığına ve anlatmaması gerektiğine
inananlardan biriyim. Şiir bana göre duyumsatan bir olaydır. Anlatan bir
şey değildir. Çünkü bu noktada anlatıyı, "düzyazıyla anlatı" ve "şiirle
anlatı" olarak ikiye ayırmamız gerekirdi. Anlatıda bir düzlük söz
konusudur. Oysaki bir şiir, düzyazı gibi yazılmış olsa bile, içinde
tufanlar yaratan imgeleri yoksa, o zaman o, şiir değildir. Evet, ben
şiirin, insanın içinde Aragon'un söylediği gibi tufanlar yaratan bazı
şeylerden ortaya çıktığına inanıyorum. Çünkü tufanın normal insan
yaşamında bile çok büyük değişiklikleri vardır. Yani İzmir'in bundan
iki, üç ay önce yaşadığı sel tufanı başlamadan bir dakika önceki İzmir
başkaydı, o tufandan bir dakika sonraki İzmir başkaydı. İşte şiirdeki
tufan da o sel gibi bir şeydir. Bir akmaya başladığı zaman her şeyin
yerini değiştirir. Sözcüklerin yerini değiştirir, gözlerinizin,
kulaklarınızın yerini değiştirir. Teninizde haz duyduğunuz yerleri bile
değiştirir. O tufan böyle bir tufandır işte. Daha önce şu eli ben
tutarım bir şey olmaz da, o tufana yakalanmış biri tuttuğunda çok başka
bir anlam ifade eder. Eğer o tufanı yaşamamışsanız herhangi bir göz
daima size aynı şeyleri duyumsatır, ama tufanı geçirmeye başladığınız
andan itibaren sizi sürükleyip götürdüğü ve bırakacağı yere kadar artık
gözleriniz, o gözlere başka türlü bakar. Şiirin tufandan doğması öyle
zannediyorum bir şiir tufanından doğması olayıdır. Yoksa bir doğa olayı
değil gibime geliyor(!)
EA: Bir dönem Edip Cansever ile Cemal Süreya arasında
gerginlik yaratan bir "kısa şiir tartışması" olmuş. Sizin kitaplarınızda
istisnalar olsa da kısa şiirler daha belirgin durumda. Şair için böyle
bir tercih söz konusu olamayacağına göre, buna sebep aramak da anlamsız
mı?
DS: Bunu ben bir kabul ediş biçimi olarak algılıyorum. Ama
temelde yatan başka bir düşüncem var. Şiir uzamaya başladığı zaman işin
içine hikâye girecek gibi bir korku taşıyorum. Çünkü küçücük bir
kapsülün içerisine siz, patladığı zaman on binlerce insanı öldürebilecek
bir şeyler sıkıştırıyorsunuz. Kapsülün boyu büyüdüğü zaman ölenlerin
sayısı azalıyor. Çünkü kapsülün içindeki doku, ipeksi bir doku olmaktan
çıktığı gibi, etamine benzer başka bir dokuya dönüşüyor. Bu benim öznel
düşüncem, ama şöyle düşünüyorum da Nâzım Hikmet'in "Kurtuluş Savaşı
Destanı" dahil bugüne değin, çok uzun yazılmış şiirlerle kısa yazılmış
şiirler arasındaki vuruculuk bakımından etkinin kısa şiirlerden yana
olduğunu görüyorum. Bir de bir laf daha vardır: "Çok para haramsız, çok
söz yalansız olmaz" diye... Ama bir gün karşıma yüz sayfalık iyi bir
şiir çıkarsa ben de bu sözümü geri alırım.
EA: Biraz da yeni şiir kitabınız "Nar Fidem"den bahsedelim
isterseniz. Kitabınızda söküklerinizden söz etmişsiniz. Söküklerinizi
nasıl onarıyorsunuz?
DS: Her insanın yaşamında büyük küçük sökükler olduğuna
inanıyorum ve bu söküklerle ben bir şeyi duyumsatmak istedim:
eksiklerimi... Her insan bu eksiklerini gidermek ister. Ama bu onarma
istemini de iğneyle iplikle değil, daha çok para kazanmak suretiyle
değil, daha çok güzel şey üretebilmeye çalışmakla gerçekleştirmeye
çalışıyorum. Bu bazen gül kokusu oluyor, bazen yağmur sesi oluyor, bazen
bir uçurtma hışırtısı oluyor, bazen tepe taklak düşen bir uçurtmanın
düşerken yaşadığı hüzün oluyor, bazen bir ayrılık, bazen bir kavuşma
oluyor, bazen bir sevgiliye ulaşmak oluyor, bazen de bir özlemin
gerçekleşmesi oluyor. İşte o anlarda ben söküklerimi dikmeye başladığımı
hissediyorum. Söküklerimi diktiğim zaman daha çok bir tamamlanmışlık
duygusu yaşıyorum. Sanki sökülmüş olan yerlerimden dışarı taşıyorum ve o
sökülen yerlerimi şu nitelemeye çalıştığım şeylerle düzeltmeye başladım
mı, birdenbire tamamlanıyormuşum ve yeniden söküksüz halime dönüyormuşum
gibi bir duyguya kapılıyorum.
EA: Yazdıklarınızda hüzün ve umut, başlangıçlar ve bitişler
bir arada sanki... Bunu neye bağlıyorsunuz? Yoksa bu benim yanılsamam
mı?
DS: Bu soru bana çok sorulan bir soru. Özellikle benim
şiirimde sizin de bulduğunuz gibi hüzün çok yakalanır. Yalnızlık da çok
yakalanır. Doğrudur, bu iki temayı yakalayan kişiler doğru şeyleri
yakalamaktadırlar. Ama ben yalnızca sanatın değil, insanın bile
hüzünden, yalnızlıktan ve acıdan meydana geldiğine inanıyorum. Neşe
insan yaratmaz. Açlıklar, hüzünler ve yalnızlıklar yeni durumlar
yaratır. Yaratılan bu yeni durumların içerisinde gülmece de vardır, tek
başına olmanın dışında kalabalık olma durumu da vardır. Açlığın dışında
tok olmayanlar da vardır. Ama şöyle bir düşünün: Bugüne değin yalnızca
bizim ülkemizde değil, yeryüzünde üretilmiş beş bine yakın fıkra olduğu
söyleniyor. Kimisi kara güldürünün fıkralarıdır, kimisi de ak
güldürünün(!) Ama ben içerisinde hüzün ve yalnızlık olmayan henüz hiçbir
fıkraya rastlamış değilim. Şu yaşa gelinceye kadar hiç değilse iki bine
yakın fıkra duymuş ya da anlatmışımdır. Hiçbirisinde yalnızca gülmecenin
var olduğu bir yan karşıma çıkmamıştır. Geçenlerde benden Nasreddin Hoca
Operası'nı sahneye koyarlarken bir yazı istediler. Ben orada da yazıma
"gülmecenin hüznü"ne dair bir başlık koydum. Çünkü ben kendimizden
geçercesine, gözümüzden yaş gelircesine güldüğümüz anlarda bile hüznün
gizli olduğuna inanan biriyim. Çünkü o hüzün yoksa, gülmecenin var
olabileceğine inanmıyorum. Onun için benim şiirlerimde de hep hüzün
vardır. Hüznün var olmadığı bir şiir düşünemiyorum. Yalnızlık olmasaydı
insanların şair olabileceklerine de inanmıyorum. Üretkenlik bence
hüzünde, yalnızlıkta ve acıdadır.
EA: Belki de buna bağlı olarak şiirinizde aşka ağan,
"hüzünle harmanlanmış bir lirik kimliği" büyütüyor ve onu
eğitiyorsunuz...
DS: Doğrudur. Yine bir önceki soruya döneceğim. Aşksız bir
şiir olabileceğine de inanmıyorum. İster kavga şiiri yazın, ister slogan
şiiri içerisinde ya umut vardır ya da umutsuzluk. Yani içerisinde bizi
hüzne götüren bir yan mutlaka vardır. O nedenle de benim şiirlerimde
bunlar hep ön planda yer tutar. Ne var ki az önce de söyleyecektim
unuttum: Benim şiirimde hüzün, acı ve yalnızlığın yanında umut da
vardır. Benim şiirim umutsuz bir şiir değildir. Umutsuzlukla biten ve
tümüyle karamsarlıktan yana olan, içerisinde barış, sevgi ve umut
olmayan şiir yazmamaya çalışıyorum. Sevgi acı verir ama tatlıdır. Ben bu
gizli umutlu yanı şiirlerime saklamaya çalışıyorum. Açık açık söylemem
belki ama birazcık dizeler ve sözcüklerin derinliğine inildiğinde bunu
yakalayabilir insan. Başarabildiysem ne mutlu bana...
EA: "Nar Fidem"de babanız birçok şiirde imgelem olarak yer
almış; hatta altıncı bölüm babanıza adanmış. Şiirinizin sesi bize "bir
yaz sonu türküsü" söylese de birkaç cümle ile küçük bir anınızı
paylaşmanızı istesem, çok mu ileri gitmiş olurum?
DS: Babamla ilgili bir anı değil mi? Anlatmaktan daima onur
duyduğum küçücük bir anımı nakledeyim: Babam çok sert bir insandı ve biz
yoksul bir aileydik. Çok dayağını yedim babamın. Babam kundura
eskicisiydi. Kunduracı bile değildi. Yani yeni kunduralar üretmiyor,
kundura tamir ediyordu. Biz o yoksul günlerimizde kâğıttan toplar
yapardık. İkinci Dünya Savaşı yıllarıydı. Gazete bile bulamazdık. O
gazeteleri çöplükten toplar, üzerlerini iplerle sarar, onlarla futbol
oynardık. Mahallemizin varsıl çocuklarının elinde irice lastik toplar
olurdu ve onlar sokağa çıktıkları zaman kuracakları takıma hangimizi
alacaklar diye büyük bir özlemle yüzlerine bakardık. Hoşlarına
gidebilmek için akla gelmedik şaklabanlıklar yapardık. Onlar kendilerine
pas verecek, gol attıracakları seçerlerdi. Bizler de kenarda birisi
sakatlanacak da oyuna gireceğiz diye beklerdik. Günlerden bir gün, nasıl
olduğunu anımsayamıyorum, bana da bir lastik top alındı. Toplar da o
zaman öyle güzel şeylerdi ki, yere vurulduklarında "çın, çın, çın" diye
ses çıkarıyorlardı. Bu ses insanda inanılmaz bir özenti yaratırdı.
Kucağımda topla çıktığım zaman, o varsıl çocuklara gösterilen ilgi
birdenbire bana döndü. İşte o zaman onların neden kendilerine gol
attıracak insanları seçtiklerinin farkına vardım. Varsıl olmak aynı
zamanda bencil olmak demekti. Topun alınışının ikinci günü babam: "Nerde
topun?" dedi. "İçeride" dedim. "Git getir" dedi. Gittim topu getirdim.
Aldı, yanına koydu, "Bundan sonra top yok sana" dedi. Öyle deyince
kaynar sular döküldü başımdan. "Neden yok?" deyince, "Sen bunu şimdi iyi
kullanamazsın, diken batırırsın, çiviye sokarsın, patlatırsın" dedi.
"Peki ne zaman oynayacağım ben? Niye alındı bu top?" diye sorduğumda:
"Konuşma, git yerine!" dedi bana. Konuşmak mümkün değil tabii.
Konuşursam dayağı yiyeceğim biliyorum. Gittim içeride odamda ağladım,
ağladım... Ağlarken uyumuşum. Ama babamla küsüştük. O yemek yerken ben
sofraya oturmuyorum, evdeyken odadan dışarı çıkmıyorum. Küsüz. Aynı evin
içinde küsüz. İki ay sonrasıydı herhalde, babama sefer tasıyla yemek
götürdüm dükkâna. Çok sıcak bir ağustos günüydü, şakır şakır da
terlemiştim. Yüzüme baktı, "Çok mu yoruldun?" dedi. "Çok sıcak" dedim.
"Otur şöyle bakayım" dedi. Karşısına oturtturdu beni, sefer tasını açtı.
"Hadi gel beraber yiyelim" dedi. "Yemeyeceğim ben" dedim. "Hâlâ
küslüğümüz geçmedi mi?" dedi. Ben de yüzüne bakıp hiç cevap vermedim.
"Dur bakalım şimdi geçecek mi küslüğümüz?" dedi. Tezgâhın altına doğru
eğilip bir şey aldı, ama ben göremiyordum. "Bunu beğenecek misin
bakalım?" dedi ve bir top çıkardı. Babam ömründe futbol topu görmemişti.
Gazetedeki futbol topu resimlerine bakıp futbol topu kesmiş birinden.
Onu karşısına koymuş ve futbol topunun derilerinin dikişlerine kadar
benzer dikişlerle topuma deri kılıf dikmiş. Renk renk deriden oluşan ve
yalnızca şişme yeri açıkta kalan bir top. "Al bakalım!" dedi. İşte o
zaman o babanın hiç unutulmayacak bir baba olduğunun farkına vardım.
EA: Böyle duygu yüklü gerçek bir öykünün üstüne konuyu
değiştirmek benim için güç olacak. Tekrar şiire dönmek istiyorum. Sizce
günümüz şiirinde eleştiri - eleştirmen eksikliği var mı?
DS: Nurullah Ataç dönemini düşünecek olursanız vardır. Ama
bugün yine şiir eleştirileri yapan ve benim de beğendiğim eleştirmen
arkadaşlarım da var. Eleştirmen yalnızca eleştiren insan değildir.
Sanatçıyı aynı zamanda yetiştiren insandır. Bu açıdan baktığımız zaman
bugün böyle bir eleştirmenimizin varlığından söz etmek herhalde olası
değil. Ama böyle bir eleştirmene giderek yaklaştığımızı ve o
eleştirmenin bir gün zuhur edeceğini zannediyorum.
EA: Bu soru hep sorulur. Zor bir soru olduğunu da
biliyorum, ancak okuyucular ustaların bu konu hakkındaki görüşlerini
merak ediyor olmalılar. Sizce dünden bugüne Türk edebiyatında ne
kazanıldı ve ne kaybedildi?
DS: Şurası bir gerçek: Dünden bugüne Türk edebiyatı çok
olumlu bir yol aldı, buna inanıyorum. Yani altı yüz yıllık Divan
Edebiyatı dahil, Tanzimat Edebiyatı, Servet-i Fünun, Edebiyat-ı Cedide,
Milli Edebiyat ve ondan sonra gelen bütün edebi cereyanlar, Birinci
Yeniler, İkinci Yeniler ve günümüz edebiyatı... Divan Edebiyatı'nın
1839'da bittiğini düşünürsek, yedi yüz altmış yıllık bir Türk
edebiyatından söz ediyorum. Türk edebiyatı'nın bugününü altı yüz yıl
öncesinin edebiyatı ile karşılaştırma olanağı bulduğumda, bugünün
edebiyatının geçmişin edebiyatına göre daha zengin ve insana yakın
olduğu fikrindeyim. Türlerin kendi içsel gelişimleri açısından çok daha
ileride olduğuna, dünya edebiyatını daha yakından tanıyabilmenin
kazandırdığı birçok şeyin varlığına inanıyorum. Edebi akımlarının bizde
etkisinin görülmesiyle birlikte bir çoğalmanın var olduğu kesin. Dili
kullanma, insana bakış ve değerlendirme açısından birçok olumlu yönde
değişikliklerin olduğunu düşünüyorum. Ama bugünün dünya edebiyatı ile
Türk edebiyatını karşılaştırmak söz konusu olunca, durum değişiyormuş
gibime geliyor. Biz henüz dünya şiirini birkaç örneğin dışında
yakalayabilmiş değiliz. Hele dünya romancılığı konusunda bir iki isim
haricinde Türk romancılığının epeyce geride kalmış olduğu kanısındayım.
Talât Sait Halman bundan bir süre önce yazdığı bir yazıda dünyanın
neresine giderseniz gidin "Türk edebiyatı" denilince akla üç isim
geldiğinden bahsetmiş: birincisi Nâzım Hikmet, ikincisi Nasrettin Hoca,
üçüncüsü de Aziz Nesin... Eğer koca bir Türk Edebiyatı içerisinde hâlâ
dünya edebiyatında bir Nâzım, Aziz Nesin ve Nasrettin Hoca ile
anılıyorsak yerimizi belirleme açısından bu üç ismin bizlere çok şey
anlatıyor olması gerekir. Ayrıca benim öznel kanaatim: Ben bugün Türk
öykücülüğünün dünya öykücülüğü içerisinde önemli bir yeri olduğuna
inanıyorum. Bizim öykücülerimizin çok ünlü olan öteki ülke
öykücülerinden geride olmadığını düşünüyorum.
EA: Edebiyatımıza onlarca yapıtıyla değer katan Necati
Cumalı'nın sizin için ayrı bir yeri olmalı. Yazılarınızda adı sıkça
geçiyor. Bir anınızı daha paylaşmanız bizleri mutlu edecek.
DS: Necati Ağabey ile tanışmamız edebiyat heveslisi olduğum
günlere gider. Henüz yaşım on dokuz, yirmi iken, yanılmıyorsam, Necati
Ağabey kalkışmıyorsa; Varlık'tan öykü ödülü kazanmıştı. Yıl da 1956-57
olsa gerek. Biz iki edebiyat heveslisi kitap çıkarma kaygısına düştük. O
zaman Necati Ağabeyden bize yardım etmesini istemiştik. Çünkü bizim
kitap çıkarmayla ilgili hiç deneyimimiz yoktu. O bize bir akıl verdi:
"Çocuklar," dedi, "şimdilik kitap çıkarmayı bir yana bırakın, kitaba
vereceğiniz parayla Türkiye'yi dolaşın. Türk insanını hatta 'insan'ı
tanımaya çalışın, insanların hangi dilde konuştuklarını öğrenmeye
çalışın. Ondan sonra kitap kendiliğinden gelir bir gün. O büyük bir
sorun değil, kitap yayımlanır" dedi. O zaman biz Necati Cumalı'ya çok
kızmıştık. Bizi kendine rakip görüyor, bizim kitap bastırmamızı
istemiyor demiştik. Çünkü her ikimizin de o sıralarda birçok dergide
yazımız, şiirimiz yayımlanmıştı. Kendimizi de o nedenle edebiyat
heveslisi gibi görmüyorduk. Biz basbayağı koskocaman edebiyatçılardık.
Yolda giderken bile bizi tanımayışlarına şaşırıyorduk. Sonraları, Necati
Ağabey ile arkadaşlığımız oldu. Oturup briç, tavla oynadığımız günler
oldu. Kendisine bu olayı anlatınca, "Ulan, bugün gelseniz gene aynı şeyi
söylerdim size" derdi. Necati Ağabeyle imza günlerinde, kamplarda
birlikte olduk, birlikte sarhoş olduk. Bunlar benim için büyük bir
onurdu. Necati Cumalı benim için ne kadar güzel öyküleri ve romanları
olursa olsun, hep bir şairdir; şair olarak ağabeyimdir, ustamdır.
EA: Son olarak yeni bir kitap hazırlığı var mı? Bir anı
kitabı mesela?
DS: Bir anı kitabı var. Bu anı kitabı edebiyat dünyasıyla
ve TRT ile ilgili anılardan oluşacak. Bir de sizlere anlattığım
babamla olan anımdan doğan "Lastik Top" adlı bir öykü kitabı hazırlığı
içindeyim. İki çocuk romanı daha var. Önceden yazdığım "Çılgın Geliyor"
adlı çocuk öyküsünün devamı olacak bir dizi öykü kitabı projem var. Bir
şiir kitabı hazırlık bekliyor, bir de o var. Bir şeyler çıkıyor işte!
Elimden geldiğince yazmaya çalışıyorum. Tabii bu arada gazete ve
dergilerde de yazıyorum. Bir de "Seslerinden Tanıdıklarımız" adlı ilginç
bir kitabım var. Düşünsenize yıllarca tiyatro camiasında, sinemalarda
seslendirme görevleriyle yer edinmiş önemli isimleri görünce tanımıyoruz
da, seslerini duyunca "Aaa, bu da şu filmdeki komiser filanca değil
miydi?" diyoruz. Bakalım, bu kitabın sevileceğini umuyorum.
EA: Bana zaman ayırdığınız için çok teşekkür ederim.
İyi günler.