isveç'in deniz gülü: visby - hamdi özyurt
Bir mülteci bu kadar benimseyebilir bir kenti; basık bulutlarını, taş
sokaklarını, metal mavisi denizini, ışıklarını...
Başlangıçta ikimiz de ihtiyatlıydık. Günlerce uzaktan uzağa süzdük
birbirimizi, tepeden tırnağa inceledik sevgisiz. Tanışmıyorduk; o yüzden
kaygılıydık, ölçülüydük, tutuktuk. Onunla ne ortak yanımız olabilirdi
ki? Ben suydum o kumdu, ben konuşkandım o suskundu, ben esmerdim o
beyazdı, ben gençtim o yaşlıydı, ben insandım o kentti. Benim bıyıklarım
vardı onun gemileri, martıları, kiliseleri.
Ateşi çalmaya gelmemiştim elbet. Duvarlarına güllerin tırmandığı dar
sokaklarında, Astrid Lindgren'in uzun çoraplı kızını arayıp bulmak da
değildi meramım. Botanik bahçesindeki binlerce bitki ve çiçeği de
görmeye gelmemiştim. Bir kasırgaya kapılıp öylesine savrulmuştum işte.
Sessiz, sakin, rahat, üzgün yıllar geçti art arda ve alıştık
birbirimize. Düşlerim karıştı sisine. Geceleri uykusuzluğumu tanıdı;
duvarları yumruklarımı, şiirlerimi. Ben ona dilimi öğrettim, o bana
dilini. Derken ortak yönlerimizi fark ettik: Ben umutlar savurandım avuç
avuç, o güvercinler. Ben kendimi içimde tutmaya çalışandım beceriksizce,
o yapılarını surlar içinde. Sonra, ikimizi de aynı güneş ısıttı, aynı
yağmur ıslattı, aynı ayaz üşüttü. Sır verir gibi duruşu hoşuma gitti.
Kırıp önyargılar testisini, sevdik birbirimizi.
Üç bin yüz kilometre karelik cüssesiyle, Baltık'ın soğuk rahminde bir
cenin gibi yatan Gotland adasının en büyük şehri olan Visby'nin evleri
kutu gibi, cam gibi; her biri bir kartpostal sanki, her biri bir masal
evi. Bahçelerinde serçeler kar tozlarından kuşburnu seçmekte, tavşanlar
sokulmakta pencerelerine.
Visby kulağıma, en parlak dönemini bin iki yüzlü yıllarda yaşadığını
fısıldamıştı bir ara. O yıllarda tüccarlar, mallarını Gotlandlı yoksul
köylülerden korumak için, üç bin altı yüz metre uzunluğunda bir sur
örmüşler etrafına. Mahzenleri şarapla dolup dolup taşmış Visby'nin;
deriyle, buğdayla, kumaşla. Ben onun yalancısıyım.
Tüccarların malları koruma işlevini tam olarak kaç yıl sürdürdüğünü
bilemem ama, tarihin ironisi bu, şimdilerde surlar koruma altında.
Gölgesi surların yüzüne düşüyor diye kalemi kırılan bir yapının
yıkılışına tanık olmuştum. İki gün içinde zavallı yapıdan eser
kalmamıştı. Üçüncü günün sabahı, yapının yerinde yeller, karanfiller ve
küçük bir taşın altında bir parça kâğıt vardı. Kâğıtta şunlar
yazılıydı:
"Sen sevgili yapı, yıllarca bir balıkçıya barınaklık ettin; kirpilere,
kumrulara, karıncalara sığınaklık yaptın. Ama seni acımasızca yıktılar.
Kuşkusuz günahsızdın. Tek suçun yanlış yerde bulunmaktı."
Üç yüz yıl Danimarka'nın egemenliğinde kalmış Gotland. Zengin bir tarihe
sahip. Halkın yalnızca yüzde beşinin kiliseye gitmesine karşın, toplam
doksan iki kilisesi var. Bunlardan on altı tanesi Visby'de. En
görkemlisi Santa Maria'dır.
Mezopotamya'da doğduğumu bile bile, içinde fani sırıtışlı iskeletler,
paslı ok uçları ve Vikinglerin çalıp getirdiği madeni Arap paraları
bulunan müzesini ikide bir önüme çıkarmasını saflığına verdim
Visby'nin.
Bir yüzen bar demirli limanda, adı: Elvis. Kül tablalarında, bira
bardaklarında, tuvaletinin aynasında Elvis'in resmi. İçki dağıtan kızın
yüzü sevdiğim uzak bir kenti çağrıştırmasa, ne işim var benim orda her
hafta. Ucuz şarap içip ülserimi azdırmaya meraklı değilim ya! Üstelik,
"Atla bisikletine gel" diyen dostlarım bile var. Tek başıma kalmam dam
altında.
Elli sekiz bin Gotlandlının, Visby'de oturan yirmi bir bininden biridir
Marie. Her yaz, adayı ziyaret eden yarım milyon turistten birine bir
odasını kiraya verir. Halkın, dönemin giysileriyle katıldığı ortaçağ
haftası bittikten sonra kent, yavaş yavaş güz rehavetine gömülür. Ve
Marie, her yıl olduğu gibi, sütten kesilen bir kuzuyu başından
kurşunlatarak bana hediye eder; tam da büyüyüp gri yünüyle mağrur
sembolü olacakken Gotland'ın.
"Sokaklarda ölüm heyulası yok" dedi Visby bir keresinde, "Haydi çık
kabuğundan Anadolu kaplumbağası. Bak kızlar gül satıyor büyük meydanda;
mısra gibi ince her biri, papatya gibi narin."
Çıktım baktım, sular kararıyordu erken. Bir bulut takılıydı bacasına,
şöminesi içim gibi yanan, buz gibi saydam bir evin.
Bir mülteci bu kadar benimseyebilir bir kenti; içinde "dağ" geçmeyen
türkülerini, taze bir yaradan sızar gibi gelen sabahlarını, ay
yanığı gecelerini...