söyleşi: vecdi çıracıoğlu
KY: "Faretin" adlı
öykünüzde içki masalarına konuk olan bir farenin hikâyesini
anlatıyorsunuz. Öykünün içerisinde ilerlediğimizde Faretin'in güçsüz ve
yoksun bir insan karakterini simgelediğini hissediyoruz. Bu saklı
karakterden ve onun niteliklerinden bahseder misiniz?
VÇ: Faretin, gerçek bir fare. Adını öyle koyduk ve öyküde olduğu
gibi kıyı insanlarının arasında o da yerini bir şekilde aldı. Günlerce
bir arada yaşandı ve bir gün kendi içgüdüsüne dayanamayarak yaptığı
haşarılığın sonucunda hayatından oldu. Öyküyü kurgularken onun fare mi
yoksa bir insan mı olduğu konusunda okuyanı tereddüt içinde bırakacak
izlenimler vermeye çalıştım. İnsan, her ne kadar yeryüzünün en gelişmiş
varlığı olsa da bazı durumlarda güçsüz ve yoksun kalıyor. Örnek
istersen, 1999'da yaşadığımız deprem ve kendini dünyanın jandarması
sanan Amerika'da İkiz Kuleler'in başına gelenler. Bu doğal ve sosyal
olaylar karşısında güçsüz ve biçare insanoğlu, tek başına kalıp da
yaşama bir planör örneği pike yaptığında, dünyanın en zeki
hayvanlarından biri olmasına karşın, arada bir, bir fare kadar da
güçsüzleşecektir.
Faretin bitirmekte olduğum romanımın kahramanı. Akut paranoyak,
izlendiğini düşünen --evde kalmış!-- bir şair ve yazar. Ruhsal sorunları
olduğundan zaman zaman kişiliğinde başkalaşım geçiriyor. O,
bir çokpaltolu...
KY: Yeni çıkan öykü kitabınızda ve diğer romanlarınızda yüzyıllar
öncesinden gelen bazı 'rivayet'lerden bahsediyorsunuz. Rivayetler
kurgunun bir parçası mı? Değilse, bu rivayetler üzerine yaptığınız
araştırma sürecinden bahseder misiniz?
VÇ: Rivayetler, masallar, rüyalar ve mitoloji tabii ki bir öykünün,
dolayısıyla öyküler toplamı romanın bir parçası yazdıklarımda. Ben bunu
bilerek yapmıyorum. Bütün bunlara el atmam bir yazarın içgüdüsünden
kaynaklanan bir sonuçtur. Bu içgüdü yazarı zaten gerilere doğru devamlı
iteler, zamanı gelir geçmişi eşeleyip durursunuz. Rivayet, masal,
mitoloji, velhasıl genelde tarih olmadan, bilinmeden bir yere varamaz
yazar. Bütün bunları kâğıda dökerken didaktiklikten uzak, geçmişi bugüne
oturtarak sunmak gerekir. Gerekir ki, işte o zaman öteki eser ortaya
çıkar.
Akademik araştırma olmalı. Ben kendi şahsıma bu araştırmalarla
Anadolu'nun geçmişinde düğümlenen mitolojik köklere, yöresel
rivayetlere gidiyorum. Çünkü evrenseli istiyorum.
KY: Sarı Remzi karakterinin ve diğer duyarlı 'demkeş'lerin sahip
olduğu bir özgürlük bilinci var. Bu bilincin öykülerinizdeki tematik
yeri nedir?
VÇ: Deniz insanları özgürdür. Çünkü, bir tek denizin üzerinde
eşittir insan. Karadaki karmaşa ve riya insanı içi ne kadar temiz olursa
olsun kirletiyor. Denizin temizliği ve sonsuzluğu üzerindeki insanı
karada aldığı pisliklerden arındırır. Tabii ki deniz insanı duyarlıdır.
Çünkü, denize açıldığında kendiyle kalır ve dantellerini, oylarını
işler, rahatlar. Dikkat edin balıkçılara. Onlar karaya ayak
bastıklarında pek konuşmazlar. Deniz insanı karaya ayak bastığında, o
anda, yeni gelmesine karşın denize korkunç bir özlem duyar.
Sarı Remzi kardeşim de böylesine duyarlı bir insandı. Bağsızdı, evsizdi,
tekti. Özgürlük bilinci, tek olmak bilinci, son öykü kitabım olan
"Nehirler Denize Kavuştuğunda"ki deniz öykülerindeki bütün
karakterlerde, "Cimri Kirpi" romanımın kahramanı Cimri'de, ilk
romanım olan "Kara Büyülü Uyku"da bütün kahramanlarda var. Bu bilinç
bütün öykülerimizde, "İnsan ölürken, yalnız ölür" temasından
kaynaklanıyor herhalde. Buna bir kesinlik koyamıyorum.
KY: "Maviden" adlı öykünüzde bir balıkçı teknesini, "Baba İncir"
adlı öykünüzde ise bir ağacı kişileştirerek, dünyaya onların gözünden
bakıyorsunuz. Teknenin, ağacın ve doğanın insana karşı olan siteminin
öyküsünü yazarken neler hissettiniz?
VÇ: Cansız nesnelerin gözünden dünyaya, insanlara bakmak. Hakikaten
bir sandalın veya bir baba incirin ağzı olsa da konuşsa, ne güzel olurdu
değil mi? Ya da bir kedi veya köpek kendi aralarında konuştukları lisanı
bırakıp, insanların kullandıkları lisanla anlatsalardı, neler anlatırdı
kim bilir? Öyle zannediyorum ki, insanoğlunun haline çok gülüyorlardır.
Bunun cevabını vermiyor, okuyana bırakıyorum.
"Maviden", sonu yaklaşmış bir sandalın aklından geçenleri, "Baba
İncir" ise bir incir ağacının önünde ve dallarında olgunlaşan olayları
--nesnelere (cansız gibi görünen) yüklenen algıyla-- anlatıyor. İnsan
dışındaki nesneleri, canlıları konuşturma, 'intak' sanatını bir nebze
ayaklandırdığımı sanıyorum bu öykülerde. Yazan bir insanın, mesaisi en
pahalı organı gözleridir diye düşünmüşümdür. Zira, diyelim ki
Tarlabaşı'nın arka sokaklarında yürürken, boynu bükük bir binanın en
üst kat köşesinde bitmiş bir erkek incir piçi veya boş bir dairenin
ferforje pencere korkulukları, kürt böreği satan bir börekçinin ölçek
tahtası, kehribar bir nargile marpucu gibi nesneler dikkatimi, onların
yerine kendimi koymamla ilgimi çekmiştir. Bütün bunları yazdım.
Hissettiğim onlar olmam, onların yerine geçmemden kaynaklanıyor.
KY: Deniz insanı ile
içki hayatının büyük bir bağ içinde olduğunu görüyoruz. Öykülerinizin
ardından «Deniz, insanları sarhoş eden büyük bir içkidir» düşüncesi
kafamızda oluşuyor. Garip, Sarı Remzi, Goril Sadık... Öykülerinizde hep
öteki insanları anlatıyorsunuz. Öteki insan(lar)ın kavgası nedir?
VÇ: Bu çok güzel bir soru. Çok kapsamlı. Hakkında bir kitap
dolusu yazılabilir. Zira ‹öteki› kavramı var içinde. Öteki insanların,
ki ben bu insanlara «bilge serseriler» diyorum, gündüz dünyasının
kölelerinden farkını ve kavgasını yeni yazdığım romanda Faretin'in
ağzından bir alıntıyla anlatayım:
«... İçinde yaşadığım kuyuda ışığı yakalamak için yukarı mı, yoksa
aşağıya mı bakmak gerekiyor? Bunun cevabını kim verebilir? Belki de
yaşamda tek iktisada gelmeyen zaman denilen olguyu durdurup, dünyanın
dönüşünü seyretmeli, bir bedeli olsa da yapmalı: Zamanı durdurmalı.
Herkes insanların ilerleyişini seyretmeli bu duruşta kendi kulesinden.
Her şeyi sırasıyla seri olarak sermeli çevreye. Birikim, telaştan
arındırılmalı, ne konuşmasına ne konuşlandırılmasına izin verilmeli. Bu
güzelliğin bedeli de çok değil aslına bakılırsa: İşini bırak! Aşını
planlama! Kaşını kaldırma! Küçümseyen gözlere aldırma! Hepsi bu kadar...
Serseri olmak biraz zor gibi görünüyor değil mi?
Günümüzde toplum tarafından kısa yoldan serseri (seri başı, başı hoş,
önde giden) olarak tanımlanan insanları ‹apaş'larla (asla bir felsefesi
olmayan ve ürettiği her türlü yıkıcılık içinde her ne olursa olsun
ayakta kalmaya çalışan) ve toplumun zorla ürettiği, kendi iç dinamiğiyle
üreyemeyen sahte sahne oyuncularıyla karıştırmamak gerekir diye
düşünmekteyim...
... Gerçek bilge serseriler, tahta kılıçlı modern kahramanlar değildir.
Onlar bireysel kahramandır. Çünkü, bilge serserilik zor zanaattır. Anlık
değildir ve tatlı suyu hiç kabul etmez! Akıl ister, mantık ister,
matematik, deniz ve hatta süreç ister. Bu süreç, yaşam son bulduğunda
sonu bilinmeyen yeşil çayır üzerinde oynanan neşeli oyun gibidir. Bu zor
zanaat, hele hele serde bir de bilgelik varsa, daha da zordur. Çünkü, bu
şirkette düşük ücret ödenmez ve kuyu suyu kullanılmaz!
... Üretim ilişkileri dışına çıkmış serseri yaşam biçimi, kendi adabını
da beraberinde oluşturur. Bunun temelinde madde bağımsızlığı vardır. Bu,
ironik olarak ancak alkolle başarılabilen zor bir konumdur. Para, mal,
unvan, nüfus kaygısını aşmak amiyane tabirle maça ister diye
düşünüyorum. Bunun için alkolün şefkati gerekir. Bu yüzden bilge
serserinin dünya malında ve işinde gözü yoktur...
... Serseri, hiçbir darbe yemeden kendi tercih, karar ve cesareti ile
yokluğu seçen kadın/erkektir. Serseri görünen ise, çoğu kez, hayattan
yediği sille sonucunda irtifa kaybederek yokluğa mahkûm olmuş, bu
durumdan aklı ve hissi ile sıyrılamayan, «o anki durumun felsefesi»ni
yapandır. Ben, bu insanlara sempati ile bakıyorum ama, saygı duyma
durumunda da değilim elbette...
... Tercih edilen serserilikle bu ikincisi arasındaki farkı çok iyi
görmek gerekir. İçki masası çevrelerinde dolanma ve kısır muhabbetler,
çok çelişik biçimde bitmez tükenmez para kavgalarıyla (paranın az
olması, alkolün olmamasını gerektirmiyor) bu insanlar ucuz olur ve büyük
şehirlerin süsleridir, tıpkı kediler gibi...
... Bilge serseriye gelince. O başkadır. O, şiir gibidir ve asla kendi
şiirine küfretmez. Çalı çırpı arasındaki gelincikçiçeği gibi hemen fark
edilir lümpen dostları arasında. O bilir... Bildiğini gerektiği an verir
ve bu dünyada çiçek gibi narin ve güzel yaşar. Kendine sığınan bilge
serseri deniz gibidir, lisanı yoktur, her dili ustalıkla az ve öz
konuşur. Yaşamla bir sandal küreğinin denize olan sevgisi gibi aşk
yaşar. Kirli ve dağınık saçlarının arasından esen özgür rüzgârları
sever... Onun, karanlık ve aydınlık iki yüzü var. Karanlık yüzü,
bağımsızlığında ısrar etmesi, aydınlık yüzüyse, bağımsızlık ruhunu
korumasıdır. O bağımsızlığının bireysel kahramanıdır. Gerçek bilge
serseri bir efedir, dağlarında tek yaşar ve folklorunu tek oynar. Dirsek
teması yapmaz. Bağımsızlığını ve itaatsizliğini kendi başına elde
etmiştir. Bu yüzden ailesi ve düzenli yaşadığı bir evi yoktur. Ev ve
düzenli yaşam ona bağımlılık getirir. Hayatın kendisine vereceğini
bildiğinden istemez. O yüzden sakindir, panik yapmaz. Zaten akıllı
insanlar, normal yaşantılarına paralel geçen bu yaşama, saygı duydukları
için bilge serseriyi muhtaç durumda bırakmazlar...»
Nasıl, ‹Kuzey Yıldızı› canavarları... Faretin Bey kanalizasyonundan doğru düşünüyor değil mi?..
Perşembe pazarında ‹Artaki› ustanın dökümcü dükkânı
KY: Usta-çırak ilişkisi, zanaatkârlık ve esnaflık konuları
yazınınızda büyük bir yer tutuyor. Dilin zanaatkârlar ve esnaflar
arasında kullanılan halini, kıvraklığını öykülerinizde fark ediyoruz. Bu
insanlar arasında kullanılan dilin, deyişlerin canlı ve etkileyici
olmasının sebebi sizce nedir?
VÇ: Yazan, bildiğini yazandır. Hayatlarını zalim bir
merhametle donatmış kahramanları yazdım.
«Pervaneci Artaki Usta» adını taşıyan hikâyedeki usta, öğrenciyken
yanında amele olarak çalıştığım ustam. Öyküdeki sondan sonra bir daha
görmeye gitmedim. Bu gitmeme korkumdandır şüphesiz. Bu öyküde ‹metal›
üzerine bildiklerimi tabii ki yazarak ve bunu yazarken de dilin
kıvraklığını, kelimeleri kurarak buradan şiire ulaşmayı, diğer
öykülerimde olduğu gibi hedefledim. Daha ziyade zanaatkârlar arasında
her meslek erbabına özgü jargonlar oluşmuştur. Burada jargonu argodan
ayıralım. Argo, yaşayan dilin tabu sayılan konularda kıvraklaşan gizli
bir ifadesidir. Jargon derken o meslek erbabına özgü söyleyişlerin
vurgulanmasıdır. Bu, söyleyişteki renklilik, yüzyılların birbirine
bağlanmasında, halka halka o meslek erbabının gerçekleştirdiği özel bir
dili olması itibarıdır. Yaşayan Türkçenin içinde harman olurken,
çeşitlilik ve renklilik arz eder. O yüzden kulağa hoş gelir, hem yaşayan
edebiyatçılarımız bunları yaşarlarsa, biliyorlarsa ve çözümlemişlerse ya
da ustalardan okuyup o dili kendi hamurlarına katmışlarsa, bu
edebiyatımıza renk ve çeşitlilik katar.
Metal eriten insan, dünyanın en garip insanıdır. Öyküde de belirttiğim
gibi o, hamurunu ilk çağlarda, mağarasında ateş yakmaya çalışan
atasından alır. Onun için dili ilginç, canlı ve etkileyicidir. Yaptığı
dökümü sağlam çıkan bir dökümcü tedbirini önce dilinden alır. Bu dili
aktarabildiysem ne mutlu bana.
KY: «İo Geçidi» ve «Nehirler Denize Kavuştuğunda» adlı
öykülerinizde mitolojik öğeleri içeren masalsı bir kurgunun ağırlıkta
olduğunu görüyoruz. Bu kurgunun oluşum aşamasındaki incelikler nelerdir?
‹Kurgu› ile ‹dil› arasındaki denge sizce nasıl olmalıdır?
VÇ: Dil taşıyıcıdır. Bu taşıyıcı elaman bir mutabakat
aracıdır da. Üzerinde, anlamında anlaştığımız bir şifre dizgisiyle
insanlık medeniyeti ileriye doğru taşınır.
Edebiyat, dili bir araç olarak kullanır. Bir güzel sanat olarak
edebiyat, bütün lisanı kapsamak zorundadır. Yaza yaza öğrenen yazar,
yazdıkça yetişe yetişe, anadilinde bütün lisana vâkıf olmak zorundadır.
Bu edebiyatçıların kaçınılmaz yoludur. Buna ek olarak yapıtın sanat
yapıtı olması için bir kurgunun yani, yeni ve dış gerçekliğe, yaşamsal
gerçekliği yeni bir gerçeklik yoluyla yazıya kazandırması gerekir. Benim
kurgu anlayışım bu. Bu olmaksızın yazı güzel sanata dönüşemez,
kompozisyon olmaz, dolayısıyla edebiyat olmaz.
Dili 1930'lara kadar dayanan, modern sonrası dönem, yani denilen adıyla
postmodern. Postmodern diyenlerin çoğu bu kelimeden post ve moderni
anlıyorlar. Modernizm sonrası gelişen edebiyat ya da postmodern süreçte
gelişen edebiyat denmesi gerekiyor gibi geliyor bana. Kurguyu edebiyatın
ana gövdesi saymaya başlayan eğilimlere kayış bu. Yeni bir renk bulmak,
yeni bir şeyler yapmak sevdasına kapılmaya ve buna kapılınca da bütün
geçmişi didiklemeye başladılar. Kurgu bizim sanatımız ama bu ana gövde
yani dilin yerine geçemez. Kurgu matematik, dil histir. Matemetik
öğretilir, his öğretilemez. Kurguyu dilin yerine geçirme boştur, gelgeç
bir hevestir. Kurgu, sanatımızın bir parçasıdır, öncüsü değildir.
Bana göre bir edebiyat eserinin yerelden evrensele geçmesinde en büyük
üç müessese eleştiri mekanizmasının yozsuz olması, zaman ve dildir.
KY: «Nehirler Denize Kavuştuğunda» adlı öykü kitabınız ocak
ayında çıktı, şu anki çalışmalarınız nelerdir?
VÇ: Artık hep roman var. Beş yüz sene yaşasam yazacak o
kadar çok şey var ki...
Kolay gelsin sizlere genç Mohikanlar...