sığın(m)ak - zafer yalçınpınar
İstanbul gecesini kar kaplamıştı. Dondurucu soğuk insanları evlerine hapsetmiş, sığınacak bir evi olmayanlar da ölümle burun buruna gelmişti. Evsizlerin, yaşamın yenilgilerini tatmış bu görkemli yoksunların, kendilerini şaraba vurup ardından bir apartman girişindeki kuytulukta uyumaktan başka çareleri yoktu. İstanbul’un tüm yoksulları belki de ölüme yatacaklardı. Kadıköy sahilinden Moda’ya uzanan yol boyunca birkaç titrek insanın sağa sola kaçışmasından başka hiçbir hareket yoktu; bu gece, yol kenarı fahişeleri bile çalışmıyordu. Çoğu son müşterisinin evine sığınmış, tüm gece için indirimli çalışarak soğuktan kaçıyordu. Kar, geçici tatminleri ucuz kılmıştı ve fahişeler evlerinden çıkmayan insanların tüm gece boyunca bitmeyecek mezeleri olmuştu. Dairelerin ışıkları eskisinden çok daha loş görünüyordu.
Sert ayazdan korunmak için kalın paltosunun yakalarını kaldırmış, atkısını kafasına sarmış, Moda sahiline doğru yavaş yavaş yürüyordu. Durdu, iç cebinden küçük kanyak şişesini çıkardı ve bir yudum aldı. «Bir şehrin bu kadar ıssız olabileceği aklıma gelmezdi» diye düşündü. Yoldan geçen bir taksi onu müşteri zannederek yavaşladı, sonra yoluna devam etti. Saat gibi tıkır tıkır işleyen şehir yaşamının kısa bir süre için aksamasına içten içe seviniyordu. Evinde hissettiği mahremiyeti ve yalnızlığı şimdi sokaklarda yaşayabiliyor, bu durumdan gurur duyuyordu. Şişeyi cebine yerleştirirken «Biraz da siz tıkılın, şu iyi döşenmiş evlerinize» diye mırıldandı ve yürümeye başladı. Soğuk hava ve yokuş nefesini kesiyordu. Kar, tüm güzelliğiyle şehrin üstüne çökmüş, binaların ve sokakların iç karartıcı grisini gizlemişti. Sonunda savaş kazanılmıştı; her yer bembeyazdı. Bir süre böylece yürüdü. Moda sahiline ulaşmasına çok az bir yolu kalmıştı ki, sağa sola yalpalayarak kendisine doğru gelen bir sokak çocuğu gördü. Yaklaştığında, çocuğun elindeki beyaz torbayı ve morarmış çıplak ayaklarını fark etti. Çocuk on bir, on iki yaşlarındaydı. Birden sinirlendi, kan beynine sıçradı. İçindeki acıma duygusu ve nefret birbirine karışmıştı. Kendinden beklemeyeceği çevik bir hareketle çocuğu durdurdu. Elindeki torbayı aldı ve yere fırlattı. Çocuğun ne olup bittiğinin farkına varmasına fırsat vermeden, bir de tokat patlattı çocuğa. Yerdeki torbadan etrafa tiner kokusu yayılıyordu. «Ölmek mi istiyorsun?» diye öfkeyle bağırdı, «Git, sığın bir yerlere. Bu soğukta ortalarda gezilmez!» diye ekledi. Başındaki atkıyı çıkardı ve fırlattı: «Bunu da ayaklarına sar!». Çocuk, kendine atılan atkıya uzanırken tam bir şeyler söylemek üzereydi ki «Sus!» diye bağırdı. «Git şimdi, yoksa bir tane daha yersin suratına!» dedi. Çocuk atkıyı aldı ve uzaklaştı. Bir süre öylece bekledi. Ardından kanyak şişesini çıkardı ve büyük bir yudum aldı. «Otuz beş yaşıma geldim, bu dünyada acıdan ve aptallıktan başka bir şey görmedim» diye düşündü. Şişeyi cebine geri koymadı, yürümeye başladı. Ayaz şiddetini artırmıştı. Ürperdi. Bir yudum daha almak için şişeyi ağzına götürürken, karşı kaldırımda yaşlı bir adamın yavaş yavaş yürüdüğünü gördü. Umursamadı. Gözlerini kapayıp şişeyi kafasına dikti. Gözlerini açtığında yaşlı adamı karşısında buldu. Kahramanımız, daha ne olduğunu anlamadan suratına yediği tokatla dengesini kaybetti ve yere düştü. Kendinden geçiyordu, nerdeyse bayılacaktı. Ama kendini bırakmamalıydı, tüm direncini kullanarak toparlanmaya çalıştı. Biraz kendine gelince başında dikilmekte olan adama baktı, zayıf bir sesle «Neden yaptın?» diye sordu. Yaşlı adam yere eğildi ve kahramanımızın kulağına «Sokakların kalabalık serüveninin bir sonu olmalı» diye fısıldadı. Yerdeki şişeden etrafa kanyak kokusu yayılıyordu.