Ana içeriğe geç

yazarlar ve ütopya - henri barbusse (çeviri: sevgi tamgüç)

Yazarların ütopyacılarla birlikte olmaları gerekmez. Oysa sık sık birlikte oldular, ve çoğu da hâlâ bu tutumunu sürdürüyor. Onlar genellikle, hayalci ve duygularına göre davranan fantezi düşkünleri olduklarına ilişkin ağır eleştirileri hak ettiler. Çoğu zaman ciddi, enerjik ve hareketli bir yaşama tutkun olan olumlu insanlar, hor gören bir gülümsemeyle, şiir, öykü ve roman yazarlarına sırtlarını döndüler.
Yazarların aydınlık ve ileri görüşlü olmaları, doğruyu söylemeleri gerekir.
Yaşanılan dönem heyecan vericidir. Yazarlar, yaptıklarını iyi düşünmelidirler. Kendilerini salt iç yaşamı resmetmeye, insan yüreğinin anlatımına adamayıp, ahlaki ve toplumsal yönlerle uğraşanlar, şu ya da bu teoriyi, olası sonuç ve tahribatlarını tartmadan yapıtlarında savunmamalıdırlar. Kitap yaratıcılarının hem mahrem, hem halka dönük büyük görevlerinin soyluluğu, onların, insanları nereye yönelttiklerini bilmelerini zorunlu kılmaktadır.
Ölümsüz temellere: mantığa ve adalete dayanmalıdırlar. Bu kaynaktan yola çıkmakla, başıboş gezinmekten kurtulacaklar ve kendilerini dinleyenleri, izleyenleri de amaçsız dolaştırıp durmayacaklardır. Yüzyıllar boyu, ilerlemeden yana olanların yaydıkları ve yüzyıllar boyu, ilerleme düşmanlarının silmeye çalıştıkları ilkelerin tapılası zorunluluğunu göstermeli, bu zorunluluğu, dört bir yanda varlığını sürdüren cehaletin ve kararsızlığın gözlerinde ışıl ışıl aydınlatmalıdırlar.
Mantıktan, adaletten, ahlaktan, akıldan daha önde gelen bir ışık yoktur; yeryüzünde yalnızca iki siyasal parti var: bir, halkın yaşamını bu ilkelere göre biçimlendirmek isteyen; bir de başka ilkeleri, otoriteyi, geleneği, tanrısal hakkı, geçmişe bağlılığı araya sokmak isteyen. Bir ilericiliğin partisi var, bir de gericiliğin. Bir, «İleri!» diye seslenen, ve bir de «Geriye!» diye bağıran. Bunlar her zaman, birbirlerinin içine sızamayan iki blok oluşturmuşlardır; nüanslarıyla ve ayrıntılarıyla farklılaşan çeşitli partiler, net olarak birinde ya da ötekinde kümelenirler. Yalnızca dar görüşlü insanlar, orta yol olduğunu, aynı yöne gitmeyen bu iki akım arasında birleşimlerin olabileceğini iddia edebilirler.
Aklına ve bilincine uymayanı kökünden kesip atan ve toplumsal yaşamı önyargısız, tarafsız, iyiye, ahlaka ve kamu çıkarına göre düşünen her sağlıklı kafa, tüm yurttaşların kendi aralarındaki eşitliğini ve tüm uluslar arasındaki eşitliği, yaşayan dünyanın gerçekleşmesi arzulanan büyük yasası olarak görür. Her ülkede Cumhuriyet, ve Cumhuriyetler Cumhuriyeti. Birey ancak bir Cumhuriyet içerisinde serpilebilir; bir vatan ancak, «Enternasyonal» içerisinde gelişebilir.
Günümüzde gerici parti karşımıza yenilenmiş bir şekilde çıkıyor: Milliyetçilik şeklinde. Tüm yanlışlar, yıkılan düzenlerin, eskimiş inançların bütün canavarca ve tehlikeli yanlışları, yeni ve canlı renklerle bu ad altında yeniden ortaya çıkıyor. Bu teorilerin en etkin ocaklarından biri olan «[L'A]ction Française»in tam milliyetçiliği, kendi içinde tutarlı ve tek milliyetçilik türü: Doğal olarak, milliyetçiliğinin yanı sıra kralcı ve Katolik. Diğerleri de öyle; ancak, ya bilmek istemiyorlar, ya da söylemek.
Onlar her ülkenin kendini yalıtmasını ve zırhlara bürünmesini, her şeyin ulusal hegemonyaya feda edilmesini istiyorlar. Her ülkenin açgözlülüğü kutsal ilkeymişçesine yazılıyor. Düşledikleri ya da gerçekleştirdikleri cinayetlerin, başka ülkelerin topraklarını kendi topraklarına katmanın, fetihlerin adı değiştirilip övgüye değer eylemler haline getiriliyor. Bütün enerjiler ve kaynaklar, giderek büyüyen silahlanma girdabında yutuluyor; ilerlemeden geri kalanların tümü askeri yükümlülükler tarafından yok ediliyor; bu sonuca doğru gidilirken, kazanan militarizm ve savaş oluyor; çünkü bütün bunlar bir zincirin halkaları gibi birbirlerine bağlıdır.
Bireylerin yerine ülkeleri koyarak bizi mağara devrine sürüklemek isteyen bu anarşik teoriye karşı yapılabilecek en hafif suçlama, ütopik, tehlikeli olduğunu ve dengeli bir akla yaraşmadığını söylemektir. Bir ülkenin böyle kendi kendine coşması, kaçınılmaz olarak komşu ülkede de aynı galeyanın doğuşuna yol açacaktır; ve bu, yaşanan dakikadan daha uzağa bakma zahmetine katlananların gözünde, kaçınılmaz ve sürekli biçimde kendini yenileyecek bir savaş, insan soyunun tükenmesi anlamına gelir. Doğrunun, coğrafyaya göre garip bir şekilde bölünmesi, izin verilmesi koşulunda, dünyanın evrimini korkunç bir uçuruma doğru giden, kaçınılmaz bir yarışa çevirebilecektir. Savaş sona erip barış sağlanmış olduğunda, ufukta bir diğer ülkenin genişleme tehdidi, vahşice artan bir silahlanma, kışlalara dönüşen kentler, tatbikat alanı haline gelen kırlar, savaş alanları ve mezarlıklar yükselecektir. Geçen yüzyılın sonlarını ve bu yüzyılın başlangıcını ezen bu kudurmuş yarışın, şu an kıyımlar beklenirken, giderek daha ağırlaşarak sürüp gitmemesi için hiçbir neden yok. Bu fikirlerin pençesine düşmüş bir dünyada, kalıcı bir barışı değil öngörmek, tasarlamak da, bu çirkin davanın en kurnaz avukatı için bile olanaksızdır. Peki ama şu yaşlı dünya kaç savaşa daha dayanabilecektir? Müzikli kafelerin insanın aklını başından alan müziklerine karşın, gerçek halk düşmanlarının içeride olduklarını, fazla zaman geçmesini beklemeden anlayabilmek için gözleri geleceğe, hep geleceğe dikmek gerek.
Oturmamış inançları yaygaralarla beslenen, haydutçuluk oyununda kendini kaybeden çocuklardan yaşça az büyük birkaç gencecik insan, varsın kin dolu yalancı kahramanlık doktrinini benimsesin. Subayların gösterişli giysileriyle gözleri kamaşan kadınlar, varsın bu doktrini pek sevsin. İhtiyar eşek misali tüyleri kırlaşmış yaşlı asker, varsın sürekli başka başka düşmanlara atılacak kötekten daha uzağını görmesin. Varsın, atalarının savaş kahramanlıklarının anılarıyla içleri geçmiş aileler, kralın günün birinde içlerinden birine veya diğerine söylemiş olduğu sözleri hâlâ kulaklarında yankılanan aileler, varsın, gözleri kapalı, silahların zaferiyle kendilerinden geçsinler; ölmekte ve öldürmekteki o gizli «güzelliğe» inanmaya devam etsinler. Ancak o kutsal monarşist gelenekleri savunarak besin kaynağı bulabilen bir gazete, varsın sosyalistlere yöneltilebilecek tek ciddi eleştiriyi, sayıca çok olmadıkları eleştirisini, süsleyip püsleyip gündeme getirsin. Açık ve net bir bakışı hiç kaldıramayan din adamları, varsın her zaman ne yapıldıysa onun yapılmasını ve her zaman neye inanıldıysa ona inanılmasını buyuran bir sistemin ateşli ve etkin yandaşları olsun; Kilise'nin gerçekten hüküm sürdüğü yüzyıllarda dünyaya yaymış olduğu karanlık ve barbar lekeyi özlem ve hırsla seyretsinler. Prensler, köy ağaları varsın kılıca tapsınlar, varsın insanlığın savaş hastalığından kurtulmasının üzüntü verici olduğunu düşünsünler. Günde yüz bin mark ya da frank kazanan şu ya da bu satıcı, yükünü tutmuş sıradan bir bakkal, durumunu sürdürmek ya da işe yeniden başlamak istesin. Varsın rakiplerinin boğazlanmalarını yeğleyecek üreticiler olsun. Varsın, halkın yoksulluğunun kendilerine zafer ya da para anlamına gelenlerin hepsi milliyetçi olsunlar. Olsun. Bu insanlar kendilerini tatmin mantığı içindedirler. Ne ki, normal insanlar bu düşüncelere ancak geçici bir süre olduğuna ve kendilerine yalan söylenildiğine, olayların bütününün onlardan saklandığına, yeni-gericiliğin yanılsamadan başka şey getiremeyeceğinin gizlendiğine, militarizmin söz konusu olduğuna, onun da kaçınılmaz katliamlar olduğuna aymadıkları sürece, sahip olabilirler.
Şairler, yazarlar, sanatçılar, büyük bir yanılgının, bir maceracılığın, bir karabasanın borazancısı olma utancına düşmemelidirler!
Onların söyleyecekleri şeyler hep beklenmiştir. Söyleyecekleri, büyük değişikliklerin olası göründüğü, ve değişikliklerin kimi arsız elebaşılarca soylu kamu çıkarlarına ve adalete ters düşecek bir yönde sürüklenebileceği bu altüst oluş günlerinde, her zamankinden daha çok bekleniyor. Şimdiki durumda, sayıları her saat azalmakta olan askerlerin hayranlık duyulan çabalarını ve yüce sabırlarını artırmak gerekiyorsa, böylesi bir fedakârlık düşüncesini onlarda ayakta tutmak, en olumlu, en gerçek, en somut savaş olan: savaşların son bulması ereğiyle olmazsa, nasıl başarılabilir?
Aisne siperlerinde, birkaç arkadaşımla birlikte, elimize ünlü akademisyenlerin ağdalı makalelerinin yanı sıra, Kant'ın halklar, uluslar ve savaşlara ilişkin görüşlerinin de özetini içeren bir derginin geçtiğini anımsıyorum. Cart renklerle basılmış bu kötü yazıların (Paris'le ilgili yazılardı, ne yazık ki!) yanında, Kant'ın dile getirdiği ölümsüz doğrular bronza kazılmış gibiydi. Bu büyük ses, halkların kendi kaderlerinin sahipleri olmaları koşulunda birbirleriyle savaşmayacaklarını söylüyordu.
İki doğru yok. Doğru olan her söz, parlak, her yerden duyulan aynı sona yönelir. Yazarlar tek, ama çeşitli şekillere bürünen doğrularla ilgilenmeli, gelecekle uğraşmalı, geleceği kurtarmalı; böylelikle yitirecekleri «övgü»lerin çekiciliğine kapılmadan, hatta «hak edebilecekleri» «büyük kinlere» de duyarsız kalarak görevlerini yerine getirmelidirler.

LE PAYS
Cumartesi, 2 Haziran 1917