Ana içeriğe geç

söyleşi: mustafa köz

Kuzey Yıldızı: Biliyorsunuz, şu sıralar edebiyat dünyasının içinde bir çok dergi mevcut. Bu dergilerin rolleri hakkında ne düşünüyorsunuz? Ne tür gelişmelere sebep oluyorlar sizce, çok fazla olmaları bir dezavantaj mıdır?
Mustafa Köz: Söylenecek söz var demek ki. Günden güne yazıdan ve sözden uzaklaşan bir değerler dizgesiyle yüzyüzeyiz. Buna rağmen dünyanın her yerinde küçük büyük dergiler çıkıyorsa henüz insana dair söz bitmemiş demektir. Öbür taraftan son zamanlarda çok konuşulan sanal bir dünyayla yüzyüzeyiz ve bu dünyayı karşımıza çıkaran son yüzyılın bütün araçlarını elinde bulundurduğunu söyleyen görsel, işitsel araçlar –bilgi-sayar, televizyon– ve bunların kullanımı sözü ortadan kaldırmamışsa, hâlâ insanın doğrudan aracı olan söze ve dile olan ihtiyacı ortadan kalkmamış demektir. Bu tehlikeli değil ama yaparken iyi yapmak da önemli; bir geleneği iyi taramak ve sözü oradan iyi süzmek gerekir. Yoksa birşeyler söylersiniz ama söylediğiniz söz sadece kendinize ait olur ve geleceğe ilişkin çok şey taşımaz, yani bir donanım olması gerekir. Derginin geleneği söylerken kalıcı olma derdi de olmalıdır. Sonrası bir hevestir, dergi çıkarma hevesi. Ama bunu bir fenomen hâline getirirseniz de o dergi sizi tutsak almaya başlar; düşünsel anlamda bir tutsaklık. İşin dergi çıkarana kadar yapılan çabalar kısmı değil de dergi çıkarma isteği ön plana çıkmış olur ve söyleyecek söz azalır. Sürekli canlı tutmaya çalışmak, yeni şeyler peşinde olmak, bir buluş yakalamaya çalışmak önemlidir dergicilikte; dilde de önemli olan şeyler bunlardır. Yoksa sadece bir üslupla dergi çıkartmak ya da şiir yazmak, dili öyle koruyor olmak günün birinde üslubun bitebileceğini gösterir bize. Değişiklik ve yenilik önemlidir bu anlamda.
KY: Dergilerde daha fazla şiir ve hikâye yayımlanmasını mı doğru buluyorsunuz yoksa poetik yazılar ve sanat üzerine makaleler mi?
MK: İkisini birleştirmek doğru tabii ki. Manifestosu olan dergilere ben her zaman bir kuşkuyla yaklaşmışımdır, çünkü söylenecek söz çoktur, poetik anlamda çok ağır sözler söylenebilir ama bu söz dille birleşmezse, şiirle birleşmezse söylenen söz afaki olur, çok işe yaramaz. Bu nedenle ikisinin çok iyi dengelenmesi gerekir. Poetik bir duruş olmalı ve ona uyacak şiirler de ona göre belirlenmeli. Yoksa sadece şiir dergisi ya da sadece şiirin düşünsel yapısını kovalayan dergiden yana değilim. Biri birinin üzerinde olmaya başladığında üstün olan alttakini ezmeye başlar ve dergi o adla anılmaya başlar: ürün dergisi. Bu kötü bir nitelendirme. Her şey bir üründür sonuçta. Ürün dergisi derken şiir mi kastediliyor? Yani yazılan şiir midir, ürün dergisini belirleyen? Hayır, ürün şiir üstüne olan düşüncedir ve şiirdir. İkisinin bir arada olması doğrudur.
KY: Peki son zamanlarda manifestolu olarak çıkan dergiler arasında edebiyata ciddi manada katkısı olduğunu düşündüğünüz dergiler var mı?
MK: Seksenden sonrasını gözden geçirirsek ciddi anlamda sözü olan manifesto Yeni Bütün’dür. Fakat o da sözettiğim ürünle sözü, poetik söyleyişi birbirine uyduramadığı için, o çok anlamlı olan şiire ilişkin sözü ürünle birleştiremedi ve bugün Yeni Bütün, manifesto olarak pek anılmıyor. Orada çok önemli noktalar vardı: seksenden sonra yaşananlar ve bu yaşananlarda toplumsallığa bakarken bireyin önce kendisi olması ve kendisini topluma böyle göstermesi gerektiğini söyleyen çok önemli bir manifestoydu Yeni Bütün. Son zamanlarda öyle çok ciddiye alınabilecek bir manifesto olduğunu düşünmüyorum. KY: Siz de bir dergi çıkarıyorsunuz: Şiir Oku. Derginizin bu konudaki bakış açısı nedir?
MK: Bir manifestonun ağırlığını bildiğimiz için altı yıl önce çıkarken çok büyük sav-sözle çıkarmadık dergiyi. Fakat kalıcı olma derdi önemli: yani sözün ve yazının yükünü taşımak ve popüler olandan uzaklaşmak; bu çok önemli. Çünkü düşünce, günceli yakalamak için magaziner bir havaya getirilirse söylenecek söz başkalarının denetimine girmeye başlar. Zaten bugün şiirin birşeyleri değiştirme iddiası yoktur; dünyanın hiçbir yerinde şiirle yeryüzünün değiştiği görülmemiştir. Fakat algıyı değiştirmeye çabalamak ve iyi bir şiir bilgisine doğru okuru götürmek dünyayı değiştirmek kadar anlamlı geliyor bana. KY: Dünya deyince aklıma geldi, Nâzım Hikmet yılı kutlanıyor dünyada. E Dergisi’nin son sayısının kapağında Nâzım’ın bir rubaisi değiştirilmiş bir şekilde yayımlandı, bana sanki Nâzım Hikmet’i eritmeye çalışıyorlarmış gibi geliyor, bu konuda ne düşünüyorsunuz? MK: Popüler olandan uzak durmak gerek dedim ya, bunu Nâzım için de düşünmek lâzım. Nâzım şimdiye kadar yok muydu? Vardı fakat magazin dünyası Nâzım’a dışarıdan bir başka insan gibi yaklaştı: bir aşk şairi ya da bir pop şarkıcısı gibi. Ama söylediğin şey çok acı, şimdiye kadar solda dünya görüşüyle tanınan Nâzım Hikmet’e bugün iş adamları komünist diyor, sağdaki adam komünist diyor fakat yıllardır Nâzım’ın komünist kimliğini öne çıkaran sol bundan kaçıyor. Baskılar mı diyeceğiz? Hayır, her dönemde Nâzım’a karşı baskılar vardır. KY: Bunların bir edebiyat dergisinde olması şaşırttı bizi. Zaten Nâzım’a ayrılmış bir sayıydı ve kapaktaki şiir değiştirilince… MK: Kendine uydurmaya çalışmak da denebilir belki buna. Nâzım iyi şair: çok tartışmamak gerekiyor çünkü onu tanıyoruz. Bunun üstüne inşa edilecek fazlaca birşey yok. Onun yeryüzünün büyük oğullarından biri olduğunu; Neruda gibi, Eluard gibi dünyanın büyük şairlerinden biri olduğunu söylemek yeter, zaten o büyüklüğünü şiirle göstermiştir, ne kadar tartışmaya başlarsanız onu yok etmeye gidersiniz çünkü; kullanılmaya başlanan her insan, her alet tükenmeye ve yokolmaya mahkûmdur. Popüler ve magaziner dünyanın oyununa gelmemek lâzım diye düşünüyorum. KY: Attilâ İlhan bir konuşmasında gençlerin heceyi ve aruzu bilmediklerini, bunlar bilinmeden de şiirin geniş halk kitlelerine ulaşmasının zor olduğunu söylüyor. Siz bu konuda fikirlerinizi belirtmek ister misiniz? MK: Aruz da hece de gereklidir şiir yazmak için. Ama eski şiirde eksik birşeyler var. Kırklardan sonra artık hayata uyan, düşünceden kurtulan bir yapısı var. Bu gençlerin bilmeyeceği anlamına gelmiyor. Bilecek, ama hangi oranda kullanır? Örneğin aruzu bilir sesten yararlanır, heceyi bilir disiplini öğrenir. Fakat doğru olan bunu şiirin asıl noktası hâline getirmemektir. Büyük bir oranda buna çalışılmıyor. Çalışılmasından yanayım ama kompleks şiirin önüne geçirmek doğru değil, çünkü çok karışık ve daha çok dış dünyadan aldığımız gerçeklikle yazılan bir şiirle karşı karşıyayız. Hayalden hayata dönen bu karışık hayatı bize gösteren bir şiir var bugün bütün dünyada ve bütün dünyada kalıpların yavaş yavaş eridiğini görüyoruz. Ancak bir şiir bilgisine giriş olarak kullanılabilir. Dünyanın bir ucunda haiku yazılıyor. Örneğin İngiltere’de. Sone mesela, Tevfik Fikretler yazmışlar, bu tarzı denemişler. Sakıncalı bir şey değil. Bir şiir disiplini vermesi yönünden yararladır ama onu sürekli şiir bilgisinin noktası hâline getirmek şiirdeki o gelişigüzel düşünceyi, hırçınlığı -ki bu gereklidir şiirde- ortadan kaldırır, yani disiplin altına alır şiiri. Hep sone, hep gazel yazılmaz. KY: Varlık’ta çıkan son şiirinizde, son kitabınız Sonsuzluk Taşta’daki şiirlerinizdeki doğa anlatısını bırakıp toplumsal öğelere ağırlık vermişsiniz. MK: Sonsuzluk Taşta’nın bazı şiirlerinde de vardı bu. Değişik yaşam ilişkilerinin getirdiği hırçınlık olmalı dedim ya işte orda hırçın bir dil var. Diğer kitaplarıma, diğer şiirlerime bakıldığında bende böyle bir yan var. Çok kendi hâlimde olduğum, kendi doğamı dışarda görmek istediğim ya da dışarıya bakıp dışarıyı içselleştirdiğim bir dil var. Bir de böyle dışarıya bakıp da dışarının hırçınlığını aldığım, dışarının öfkesini, zulmünü, karışık ilişkilerini, yabancılaşmayı aldığım bir dil var. O şiir de öyle bir şiirdir. KY: Biraz Varlık’ta yayımlanan son şiirinizin içeriğinden bahseder misiniz? MK: Herkesin kendiyle ilgili olma hâlini hem gösteren hem de oraya karşı bir söz söyleyen bir şiir Varlık’ta yayımlanan şiir. Küçük ya da büyük herşey zulüm, yani bir insanın bir insana «Seni seviyorum» demesi bile söyleyişe bağlı olarak bir zulmü içinde barındırabilir. «Seni seviyorum, sonsuza kadar benimsin» cümlesi de sonuçta bir zulümdür, savaş kadar zulümdür. Çünkü sonuçta onda da bir sahip olma isteği var. Ya da üzerinizdeki bir memurun size iki dakika geç kaldın diye sana laf söylemesi de zulümdür. İrili ufaklı her şey zulüm. Dışarıya bakan bir şiir, yani kendimden dışarıya baktığım bir şiir. KY: Sonsuzluk Taşta bir kerede rahatlıkla okunabilecek bir kitap. Alıp insanı sürüklüyor, koparmıyor bir şekilde, bir bütün oluşturuyor şiirlerin tamamı. MK: Bilmem ben onu çok farkedemiyorum ama okuyanlar söylüyorlar. Farklı olan şiirler var örneğin kitabın sonunda Yaz Gecikti diye bir şiir var, teması ve o temanın parçalanmasıyla ortaya çıkan anlamı Varlık’ta yayımlanan son şiire benzer. Baktığında öyle bir özelliği var o şiirin. Ya da Salı’dan Önceki Pazartesi de -ki o çok dışarda olduğum dönemde yazılan bir kitaptır- hırçın dönemi gösteren bir şiir. Sülfür ve Dramı, Siyanür ve Dramı, Arsenik ve Dramı gibi şiirler var. Şiirin başlığından da sert bir hayat ilişkisi olduğu görülüyor. KY: Son zamanlarda bireyselliğe yaklaşan ve her şairde zamanla toplumsallığa dönen şiir ortamı içinde sizin bakış açınıza göre bireyin şiirdeki yeri ne olmalıdır? MK: Sonuçta şair bir başkasını da anlatıyor. Ama sürekli kendi sıkıntılarıyla yüzleşmeye çalışıyorsa ve sadece yüzleşip bir varoluş sorunu taşımıyorsa tamamen kendine kapalı bir ruh hâlinden söz edilebilir. Bu kötü mü? Hayır, çünkü sonuçta şair kendini anlatmazsa başkasını anlatamaz; yani ben varım, ben burdayım, ben yazıyorum derken sadece kendim için yazıyorum diye de düşünemez. Onu yazarken bir başkasına ulaşacağını düşünür. Bu şekilde çok kesin ayrıma gitmemek lâzım: bir bireyci şiir ya da bireyi anlatmayan şiir diye bir ayrım olmamalı kanımca. Kendini anlatıyorsan bir başkasını da anlatıyorsundur kendini söyleyerek. Çok bireyci diye gördüğün şiir başkası tarafından «Ne güzel anlatmış, beni anlatıyor» diye karşılanabilir. O hâlde o şiir bir başkasına gitmiştir. KY: Halil Korkmaz’ın Şiir Hangi Sözcüklerle Yazılmalı Ki adlı kitabında şairlere mısraları sorulmuş ve şairler yanıtlamışlar. Peki siz bir şiirin, o şiirde anlatılmak istenenin, okuyucuya anlatılması gerektiğine inanıyor musunuz? Sonuçta herkes şiirden farklı manalar çıkarabilir. Şairin anlattıklarıyla yetinmek kalıplara sıkışmak değil midir? MK: O kitapta şiirlerin hikâyeleri yok. İpin kendisi değil uçları var. Yani bir şiire girerken hangi ruh hâli şiire dahil olmuştur. Okura ben bunu bunun için yazdım denmiyor orada. Onlar o ruh hâlini göstermek için verilen yanıtlardır. Yani herkes o ruh hâlinden başka birşey çıkartabilir. Doğrudan gerçeği veren ya da hepimiz için ortak olan duyarlılığı gösteriyorsa, şiiri kurcalayıp da alttan bir anlam çıkartmanın bir manası yoktur. KY: Ne Anladık (Varlık – Ocak 2002) şiirinde son zamanlardaki savaşlardan hiç etkilendiniz mi? MK: İşte bu soru senin de başka bir şey anladığını ya da dönüştürüp başka bir şey çıkarttığını ortaya koyuyor. Hepsi var orada: hem kişinin kişiye zulmü hem de toplumun topluma zulmü. Savaş da zulüm, bir insanın bir insana karşı baskısı da zulümdür. Öbür taraftan bir garson gelir incelikle, tepsiler dolusu zulüm… Yani bize sunulan hep budur. KY: Son zamanlarda şiirlerde mısralara genelde birincil değil de üçüncül kişiler hakim olmaya başladı, artı doğanın şiire hakim olmaya başladığı bir şiir var, nitekim sizin şiirleriniz de öyle. Şiirde kişi kullanımı hakkında görüşlerinizi iletebilir misiniz biraz? MK: İkisi de gerekli şeyler, çünkü bir alıp verme işi şiir: hem şairin kendi kendisiyle alıp vermesi hesaplaşması hem de doğaya bakarak oradan aldığı imgeyi sesi kendine taşıması, kendi sesini doğaya taşıması. Çoğu zaman eğretileme yoluyla, mecazlarla doğada olan insan davranışı gibi gösterilir, çoğu zaman da nesneleri konuşturur şair kendi yerine. Bunlar gerekli şeyler. Sonuçta tekil ya da çoğul bütün şahıslar şiire dahildir. Karşımızda bir çiçeği ya da bir dağı konuşturabiliriz. O şiirde (Ne Anladık) -yine oraya döneceğim- «gizli bir ovayı dağılan bir suskunluk olarak takmış göğsüne» diyor. O alıp verme dediğimiz şey bu biraz. Ovanın göğse bir suskunluk olarak takılması bir imgedir. Ama hangi anlama geldiğini kurcalamak lâzım dediğim gibi. Onu ben biliyorum yaparken. Bazen bilmediğim şeyler de var. Bir şey söylüyorum ama onun nereden geldiğini tam olarak anlayamıyorum. Sonuçta bir zaman sonra o, sana nereden geldiğini gösteriyor ya da gösteremiyor. Evet buna da çok tasa etmemek lâzım. Nereden geldi sorusunu sormamak lâzım. Gelmiş ve şiir olmuş. Yani doğa dönüşüyor sürekli. Baktığın şey sürekli bir başka biçimde karşına çıkıyor. Nesnenin biçim değiştirdiğini görüyorsun. Görme olayını iyi yapan şair şiirini de iyi yazıyor. Ama gördüğü şeyi, doğanın imgesini dönüştüremiyorsa sadece gördüğünü anlatıyor demektir. Şiir anlatım değildir. Oradan başka bir şey süzmek lâzım. KY: Türk şiirinde kalıptan serbeste, bireysellikten toplumsallığa doğru bir gelişme var herhâlde, siz nasıl değerlendiriyorsunuz? MK: Gelişme değil de değişen toplum hayatına, değişen insan algısına göre değişen bir şiir var. Bu algıyı biçimleyen de toplumda yaşanan ilişkiler. Niye kompleks şiir diye bir kavramdan bahsettik? Karışık hayat ilişkileri ve karışık bir şiir… Ama bu karışıklık bir anlam karışıklığı değil. Değişik yaşam biçimlerinin şiire girdiğini görüyorsunuz. Tekdüze ev, sandık, oda şiiri değil artık günün şiiri. Çok daha sert bir dil var. Çünkü sokağın hâli öyle bir hâl. Şair de hep evinde değil, evinde olduğu zamanlar da var. Sokak bugün belirlemiş durumda; bir gelişme değil, belki bir değişme denebilir. O şiirdeki kendi içinde kapalı olan yapı bugün daha sert bir hâle geldi. Belki Nâzım bunun için bir örnektir. O zamana kadar çok kalıplarla kurulmuş bir şiir var: Yahya Kemal, hececiler… Orhan Veliler de öyledir; aruzla şiirler yazılırken üç tane genç adam çıkıp ‘hayır’ diyorlar, ‘şiir bu değil sokak’, diyorlar. O zaman tuhaf geliyor, onun için garip demişler zaten. Tuhaf geliyor ama kırktan sonra bir değişme var dediğim gibi, savaş koşulları ve savaştan sonra değişen hayat ilişkileri var. Şiir de bundan uzak olamayacağına göre… Değişen hayat ilişkilerine uyan bir dil var. Son zaman şiirlerine bakıyorum, cep telefonu bütün dünya şiirinde. Tesadüf mü? Hayır. Araç diline getiriyor koyuyor. Ya da bilgisayar giriyor, ya da benim anlamadığım bir sürü terim anlam giriyor. KY: Biz de bir şiire rastladık, içinde cep telefonu geçiyordu, tuhaf geldi. MK: Tuhaf gelmemeli. Varsa bu araç, şiirde iyi de kullanılmışsa tuhaf değildir. Niye tuhaf olsun? O sözcüğü başka sözcükle iyi kullanmak önemlidir. Mesela bir pisuvarla menekşeyi şiirde öyle kullanırsın ki güzel olur. Kaçamıyorsun çünkü araçtan. Tercihin olur, dersin ki «Ben hayatın çok karışık olduğunu görüyorum ama kendi içimde bir denge var.» O zaman kullanmazsın şiirinde cep telefonunu. Ya da yabancılaşmayı göstermek istiyorsan kendin o aracı kullanmamana rağmen şiirinde onu kullanırsın. Doğrudan cep telefonu demezsin belki. Başka birşey söylersin. Onu anlatan bir başka sözcük bulursun. Şiir hayattan hiç de uzak değil ve hayatın da kendisi. Cep telefonunu kullanıyoruz. Sözcük olarak böyle bir sözcük var, şiire niye girmesin? Hiçbir engel yok. Kullanırsın eğer uyuyorsa şiire. KY: Ama sanki şiirin sıcaklığını almış götürmüş. Yakın hissettirmiyor kendine hiç. MK: Tabii bu bir bakıştır. Diyelim ki Cihangir’i anlatacaksın. Cihangir’in herhangi bir sokağını anlatacaksın. Hırsızlar, yankesiciler, homoseksüeller, karışık bir hayat ilişkisi. Nasıl bir dil bulacaksın? Orada «Bahçemde gül açtı, bülbül şakıyor» diye bir dil kullanamazsın. Kara, sert, hırçın bir şiir olması gerekir. Ada Şiirleri’nden söz ettim. Dikkat ettiyseniz orada araba geçmiyor, çünkü araba yok adada; fayton var, at arabası var. Yani daha saf olan insana ilişkin bir hayat ilişkisi, bir dil var. Burada dili seçmek önemli. KY: Peki bu değişim süreci içinde Türkçe şiirin geldiği noktayı nasıl değerlendiriyorsunuz? MK: İkinci Yeni’den sonra şiir olmadığını, yetmişlerden sonra sloganın şiire hâkim olduğunu söylüyorlar. Bence bu kanı yanlış. Seksende çok iyi bir şiir var, şimdi gençlerin yazdıkları çok iyi şiirler. Fakat son zamanlarda bu tip şeyler söyleyen insanların biraz da şiiri kendileriyle başlatma derdinde olduklarını düşünüyorum. Bugünün şiiri kırktan bu yana gelen birikimi -öncesiyle pek fazla ilgilenmiyorlar, bunu söylemek lâzım: Yahya Kemaller’e giden bir şiir değil- kullanıyor. Orhan Veli’den gelen bir gelenek var. Orhan Veli belki de şiire başlamak için ilk şair olarak görülür. Özdemir Asaflar, Ümit Yaşar Oğuzcanlar, Attilâ İlhanlar… Böyle bir sıralama izlemiş. Bütün bu birikimi genç şairin üzerinde taşıdığı kanısındayım. Kötü şiir yazılmıyor. Ama biraz onlar olma derdinde genç şairler, böyle bir sıkıntıları var. Yani taklidin uzadığı görülüyor. Bakıyorsunuz özgünlük yok, buluş yok, çok güzel kurulmuş şeyler yapıyor ve onun şiir olduğunu sanıyor. Hayat yok, yani şiirde hayatın eksik olduğunu düşünüyorum. Şiiri oluştururken onu başkalarının hayatı da saymaya başlıyor. Hayat karışık diyoruz ama bu karışıklığı genç şair fazlaca içselleştiremiyor, o çelişkiyi, o çatışmayı şiirinde fazlaca veremiyor. Bu nedenle eski şiirden çıkan bir yapı kurmaya çalışıyor. Oysa herkes kendi diliyle kendi hayatıyla sonuçta asılıyor. Kötü bulmuyorum bugünün şiirini. Ama kendisi değil -belki bu tartışılabilir. Çok güzel, ütülenmiş, temiz şiirler yazılıyor, baktığımda usta işi, ama çıraklık olmadan da ustalık olmaz. Acemiliği bir kere kötü saymamak gerekir. Bakıyorsun ismini ilk duyduğun biri, şiiri çok iyi, soruyorsun kaç yaşında: on sekiz… Oysa altmış yaşındaki bir adamın şiiri. On sekiz yaşın şiiri yazılmadan altmış yaşın şiiri yazılmaz. Bu nedenle biraz heyecan eksikliği var şiirde. Ödünç hayatla şiir yazılmaz. Tabii önüne koyduğun isimler önemlidir, oradan bir şeyler alacaksın, onun şiiri sana bir yol-yöntem göterecek ve yazılan bütün şiirleri de takip edeceksin. Bu benim şiirim diye bir şey yok bir kere, herkesin şiiri senin şiirin olabilir. Oradan bir şey çıkartabilirsin. Bütün şiiri tanımak lâzım. KY: Son kitabınız doksan sekizde çıkmıştı yanılmıyorsam, şu an yeni bir kitap çalışmanız var mı? MK: Ada Şiirleri’nden sonra dergilerde çıkanlar oldu. Ada Şiirleri’nden önce yazılan tek şiirlik bir çalışma var. O bekliyor, yine deniz temasını işleyen bir şiir. O yayımlanmadı ama Sonsuzluk Taşta önüne geçti onun. KY: Neden yayımlanmadı acaba? MK: Yayınevleri sorunları falan işte; dört yayınevi dolaştı kitap, şimdi evde bekliyor. Yazılsın yeter ki, sonuçta okurunu bulur. O serüveni sürdürmeli. Zaten yayımlansın diye de yazılmıyor. Yazmak istediğin için, seni rahatsız ettiği için yazıyorsun. Şiir benden çıkar başkasının olur. Yazdığım şiir çoğu zaman beni istemiyor. Şair der ki «Yazdım, kurtuldum.» Aslında şiir kendini yazdırarak şairden kurtuluyor. Başkasının olmaya başlıyor. Bu konuda benim farklı düşüncelerim var; örneğin ezberden yana değilim. Okurken şiirini ezberle ama bir yerde okuyacağım diye şiirini ezberleme. Onun o söz yapısı, bir başkasına sunma isteği bir başka şiirin yazılmasına engel oluyor. Sürekli onu ezberlersen, okursan yazacağın şiire engel olur. Başka bir değişim aracıyla yazdığın şiiri ölçmemen lâzım, sonuçta bir şiiri her yerde okuyor olmak ya da ödülle bir yere getirmiş olmak onu bir değişim aracı hâline getirmektir. Bunun karşısında şu söylenir: Kitap da bir değişim aracıdır. Hayır, kitap sunulan bir şeydir; ister beğenirsin, ister beğenmezsin. Senin içinde olan bir şeydir. Şiir yazıldıktan sonra nereye gidecekse oraya gider. Potkaldır, denize bırakılan bir şişedir ve mutlaka bir yerden kıyıya çıkar eğer iyi bir şiirse. KY: Dergilerin çok olmasının avantajı da iyi şiir yazan genç şairlerin kendini tanıtma imkânı bulması herhâlde. MK: Tabii, eskiden bir yakınma vardı; dergiye şiir gönderiyor genç şair, yayımlanmıyor. Şimdi kendi dergisini çıkarıyor, ama kendi dergisini çıkarmak için çıkarmamalı: Bir süreklilik aranması gerekiyor. Sürekli olmazsa şair olunmuyor zaten şiir yazarı olunuyor. Süreklilik isteyen bir iştir şairlik, adamakıllı bir iştir. Onu kullanmaya başlarsan bir gösteri aracı hâline getirirsin. Niye çok mahrem olan ruhumuzu başkasına açıyoruz? Bu hayata ilişkin bir rahatsızlığımız var, bunu söylemek istiyoruz. Bunun için şair ruhunu açıyor, sözünü söylüyor. Bu dünyada kalma isteğidir bu belki. Görüyor ki bu çatışan hayat içinde kendini koruyacak bir alan bulamayacak, yazıyor. O yüzden hep derler ya işte şairler yalnız adamlardır diye. Eğer karşısında bir kâğıt bir kalem, -ki bazı zaman o da olmuyor- düşüncesiyle başbaşa kalabiliyorsa dünyanın en çoğul adamıdır şair. Düşünüp şiir yazma isteğiyle hayata bakabiliyorsa… Düşünce kadar çoğul olan bir şey var mı? Ama yine de dışardan bakıldığında yaban bir yanı olduğu söyleniyor. Belki hayata karşı hayal kırıklıklarının fazla olmasından ya da yazdığı şiirin dünyayı daha iyi hâle getireceğini düşünüp de dünyanın hâlâ kötü olmasından gelen bir hüzün olabilir belki. KY: Başkalarının onu keşfetmeye yönelmemesi? MK: Belki de ama, sonuçta keşfedilmek için de uğraşmıyor. Toplum dışı görülüyor. Mesela bakkalınla fiziki bir temasın var, alışverişin var; manavından bir şeyler alıyorsun; çalıştığın yerde müdürle, sekreterle, arkadaşlarınla bir iş yapıyorsun ama şiirin gözle görülür bir iş olmadığını biliyoruz. KY: Mesela bir köyü dolaşıyor ve köy hakkında düşündüklerini yazıyor, şiiri bırakıp kaçıyorsun. MK: Evet, tabii ki, somut düşünmemek lâzım ama şiirin bir belge yanı var, bir de gizli bir yanı var. Hani kesin bir iş olmamasından gelen bir gizliliktir bu. Bir meslek ya da somut olan bir hâl olmamasından gelen bir şeydir bu. Şiirin ya da şairin anlaşılmıyor olması da belki buradan gelen bir şeydir. Eski çağlarda da böyleymiş; gezgin, sürekli oraya buraya bakan, şiirler söyleyen, çoğu zaman şifa dağıttığına inanılan bir insan, sözle onarmaya çalışan insan… Bu yaz Niğde’yi dolaştım, köydeydim. Rum köyleri falan var civarda, sabah akşam dolaşıyorum. Toz toprak içinde parçalanmış çarıklar falan, pantolonlar… Ama görmek istiyorum. Köye dönüyorum o şekilde. Dedi ki annem «Yahu, ne yapıyorsun sen?» «Dolaşıyorum.» Bir statü var oluşmuş, yaptığın işle anılıyorsun. Görüyorlar ya köylüler, dedim «Sorarlarsa ‹şair› de, nasıl olsa anlamazlar.» Yani yaptığın davranış akla uygun hâle gelmiş olur. Çünkü biliyorum ki sonuçta bu kopukluk değil, halktan ayrı bir yere kendini koymuyorsun ama baktığın şey farklı ya da baktığın şeyi farklılaştırıyorsun. Niye gidip köy kahvesinde pişti oynamıyorsun da dağa bayıra gidip oranın kendine göre bir gizi olduğuna inanıp dolaşıyorsun. Bu bir farklılıktır yani hayata bakışta. Sen doğaya nasıl bakıyorsan doğa da sana öyle bakıyor işte. Bir garip adam dağ bayır dolaşıyor işte. KY: Doğduğunuz yerden bahsettiniz. Ya Kadıköy? MK: Kadıköy’e seksen yedide geldim ben. O günden bugüne ona bir yaz kasabası gözüyle bakmışımdır. Bunca karışıklığına rağmen -sonuçta kent kültürünün oluşturduğu bir yer- hep bir yaz kasabasındaymışım gibi dolaşıyorum, bu da beni rahatlatıyor. Bir anlamda seviyorum Kadıköy’ü, karşı tarafın karışıklığından uzak. Daha şiirsel geliyor bana. Şimdilik aramızda sorun yok. Sıkıldığım anlar oluyor tabii, dünyanın en güzel yerine de gitsen sonuçta kendini de götürüyorsun. Burada da aslında bir gezgin gibiyim. Çok kapalı olduğum anlar oluyor fakat keşfedilecek yerler yine de buluyorum; ara sokaklara gidiyorum, mezarlıklara gidiyorum. KY: Mezarlıklara niye gidiyorsunuz? MK: Sonsuzluk Taşta dedik ya. Tabii konuşmak için değil. Ben de geleceğim demek için herhâlde. Adada çok yapardım onu: Rum mezarlığı, Ortodoks mezarlığı, Müslüman mezarlıkları… Yani orda başka bir ruh buluyorsun. Bir ezik salyangoz ya da bir mezar taşına tutunmuş bir kertenkele… Hayatla ölümün aslında çok farklı şeyler olmadığını gösteriyorlar. Geçen yıl Karacaahmet Mezarlığı’ndayız kız arkadaşımla, yağmur yağıyor sicim gibi. Mezar taşlarını falan okuyorduk. «Yahu hiç de tanıdık yok» dedim, kafamı kaldırdım: Oktay Rifat. Öyle bir an ki ama böyle söylediğin şeyin gerçek olması. Yani soyutlama ve yoğunlaşma fazla şiirde. Bu çok olan bir şey. Sürekli şiiri düşünüyorsun ve olacak diye düşünüyorsun. Bir şiirimde de «kolsuz bahçıvan» diye bir karakter var, kolsuz bahçıvan olur mu? Dün Erenköy’e gittim, bir bahçıvan tek koluyla ağacı buduyor. Tesadüf mü? Hayır, yani orada bir soyutlama, bir imge dünyası yaratıyorsun kendine. KY: Teşekkürler.