odalar - çağla cömert
«In your room
Where time stands still
Or moves at your will
Will you let the morning come soon
Or will you leave me lying here
In your favourite darkness
Your favourite half- light
Your favourite consciousness
Your favourite slave.»
--- Depeche Mode -- In your room
I
Geçmişimden belirsiz bir duyumsamayı geri getiren bir akordeon tınısı. Bir zamanlar bende dansetme arzusu doğururdu. Şimdiyse sigaraya sarılıyorum. Odamdayım. Odalarımız hep müzik, sigara dumanı ve anılarla mı yüklü olacak? Pencereyi açıyorum. Sokağı görmeliyim. Sokak, odaları birleştiren ve ayıran kaos. Başımı pencereden dışarı uzatacakken aklıma geliyorsun. Telefona uzanıyorum. Senden uzun zamandır ses seda çıkmadı. Ahize elimden kayıyor. Odamın tutsaklığındayım. İşte şimdi kendimi kolları koparılmış bir taş bebek gibi hissediyorum. Sen beni böyle imgeleştirmiştin. Yapabildiğim tek şey bir kitabın kapağını açmak oluyor. Kişiliksiz, daktilo çıkması harflerin arasında lezbiyen bir aşka dalıyorum, zarlara ve iskambil kâğıtlarına karışmış. O günü anımsıyorum. Seninle tahta bir kutu bulmuştuk, içinden Joker çıkmıştı. Her şeyin yolunda gittiğinin işaretiydi o kart. Her şey yolunda gitti mi? Kare desenli, kırmızı bir elbise giymiştim. Sense hep olduğun gibi kapkaraydın. Üstüste içtiğim sigaralar midemi bulandırıyor. Sen saplantım mısın, tutkum mu? Aşk mısın, nefret mi? Yoksa sadece midemde bir bulantı mı? Hep içimde kal. Hep olmasa da bir süreliğine.
II
Sana gelirken hayatın peri masalı olduğuna dair ispatlar arıyordum. Yılın ilk karının o gün düşmesi ve düşlerime ait bebek yüzün ilk iki ispattı. Üçüncüsü zamanın durması olacaktı, olmadı. Hayat peri masalı değildi. Bana düşense tüm beklentilerimden sıyrılmaktı. Odana girdiğimde küçük, kayıp bir kızdım yalnızca. Eski sevgilimin en yakın arkadaşıydın. Oda senindi. Müzik ve gitar senindi. Kayısı suyuyla karıştırıp içtiğimiz votka senindi. Bana ördürdüğün siyah saçlar senindi. Kaloriferin dibine yerleştirip oturduğumuz geniş yastıklar da senindi. Benim olansa hikâyeler ve fotoğraflardı. Depresyon benimdi. Sarhoşluk benimdi. Yaşam benimdi. Sen o yaşamın içine girmek istedin. Bir şeyin içine girmek o şeyin sorumluluğunu kaldırmak, ağırlığını paylaşmak demekti. Sense bunu reddettin. Gözünü korkuttum. «Sen bir tek acı verirsin insana, zevk vermeyi hiç bilir misin?» diye suçladın beni. Sana zevk verdim. «Eski sevgilin senle evlenmek istiyordu. Bense birini sevseydim seni severdim.» dedin bana. Beni sevseydin seni sevebileceğimi düşündüm. Bu kadar basitti işte. «Sen bu dünyaya fazlasın. Dengemi bozuyorsun!» diye bağırdın ve beni odandan dışarı kovdun. Gözlerimde yaşlarla sokağa çıktığımda hızmamı odanda unuttuğumu farkettim. Bir tek hızmam için geri döndüm. Benden daha fazla bir şey almanı kaldıramazdım. Beni odana tekrar davet ettin. Bu kez sessizlik senindi. Utanç, suçluluk senindi. Başını öne eğdiğinden göremediğim bebek yüz senindi. Nefretse benimdi. Hakaretler, ağlayışlar benimdi. Titreyiş, normalden hızlı atan kalp, baş dönmesi benimdi. Sakinleştiğimde benimle iskeleye dek yürüdün. Hiçbir şey olmamış gibi hikâyeler anlattım sana. Ayrılırken «Görüşürüz» dedin. Canımı yakıyordun .
III
Eve vardığımda kötü bir şeylerin olacağı hissiyle doluydum. Yine de
huzurlu hissediyordum kendimi. Biraz bekleyince bunun huzur değil de
elinden geleni yapmış olmanın verdiği bitkinlik olduğunun ayrımına
vardım. Her zaman yaptığım şeyleri yapmaya ihtiyaç duyuyordum. Annemin
pişirdiği yemeği yedim, gazeteye göz gezdirdim, kardeşlerimle
şakalaştım. Sonra odama girdim. Hep dinlediğim radyo istasyonunu açtım,
boyalarımı raftan indirdim. Resim yapacaktım. Sırf senden arınmak için.
Saatlerce çalışmanın ardından ortaya koyduğum sadece bir renk bulamacı
oldu. Beceriksizliğime öfkelenemeyecek kadar bitkindim. Uyumaya
çalıştım, uyuyamadım. Sonunda sigaraya sığındım. Bir de saçma sapan bir
televizyon dizisine.
Ben büyüdükçe odamdaki melankolik koku artıyordu. Yaşamayı seçtiklerim
hep bu kokuyu besleyecek türden olanlardı. Kokunun izlerini neşeli
çocukluğumda arıyordum. Anılarımı, rüyalarımı deştikçe açığa çıkıyordu
izler. Rastlantı eseri girmemiştim bu yola. Hiçbir şey nedensiz değildi.
İliklerime kadar hissettim bu gerçeği o gece. Peki nereye varacaktım?
Öğrenmenin bir anlamı yoktu. Umudumu yitirmek istemedim. Ertesi sabah
okula gidecektim.
IV
Bu gece bu kenti çözeceğim. Söz veriyorum kendime. Sigara parası için
cüzdanımı açıyorum, kimliğimin orada olmadığını görüyorum. Odamda
unutmuş olmalıyım. Kimliksiz, küçük, kayıp bir kıza ne verebilir bu
kent? Alabileceğim kadarını alacağım. Paylaşım olmadan bir şey
alamazsın. Verebileceğimi vereceğim.
Siyah sırt çantam, uzun süet çizmelerim, mini eteğim ve yeni boyattığım
siyah saçlarımla insanların arasında yürüyorum. Nereye gideceğime bir
karar vermem gerekiyor. Eski sevgilimde karar kılıyorum ve ona tüm
olanları anlatıyorum. Küplere biniyor, seni öldüreceğini söylüyor. O
bana dokunmaya kıyamazken sen nasıl böyle canımı yakabiliyorsun? Sana
telefon ediyor. Her şeyi inkâr ediyorsun. Beni yalancılıkla suçluyorsun.
Ne biçim adamsın sen? Tükürdüğünü neden yalamıyorsun?
Her şeyi nasıl böyle tiksindirici bir hale sokabildik? Halbuki dışardan
bakılınca ne kadar güzel görünüyoruz her birimiz...
Bir bara gidiyorum. Kimliğimi sormuyorlar. Kötü müzik, kötü bir ortam.
Sıkılıyorum. Sonra erkek çocuğu gibi kırpılmış saçlarıyla o kız yanıma
geliyor. «Hadi gidelim burdan» diyor. «Garip bir çekimin var. Senden
kopamıyorum.» Onunla gidiyorum. Başka bir bara giriyoruz. Yan masamızda
Fransızlar oturuyor. Şarap içiyoruz, gülüyoruz, bağırıyoruz. Kız beni
öpüyor. Erkeklere benzemiyor. Tuvalete kusmaya gidiyorum. Aynadaki
aksimi pis bir keşe benzetiyorum. Bu benzetişin bana hissettirdiği
hiçbir şey yok.
«Senden bir şarkı istesem çalar mısın?» diye soruyorum DJ'e.
Duru, masum bir yüzü var. Seviyorum onu. «Bu kıza bak, herkes ona aşık
oluyor» diyor o kız. «Biliyorum, ben de aşık oldum» diyor DJ.
«Senin bir ailen yok mu?» diye soruyor Fransızlar. «Var.» diyorum. Varsa
ne olmuş.
Dışarı çıkıyorum. Sana telefon ediyorum. «Senden nefret ediyorum!
Hayatımı mahvettin. Beni bir daha hiç göremeyeceksin. Sen ve rezilliğin
benden uzak durun!» dediğim halde içimde hâlâ beni ısıtan bir his
kıvılcımlanıyor sana karşı. Ne olurdu bana sarılsan, beni sevdiğini,
burdan kaçacağımızı söylesen? Hayatın bir peri masalı olduğunun dördüncü
ispatı olurdu. Ama üçüncüsü gerçekleşmeden sıra dördüncüye gelemezdi.
Sokağın girişinde bir polis arabası görüyorum. Kimliksiz olduğumu
anımsıyorum, hemen içeri giriyorum. Kızın kollarında soluklanıyorum.
Çaresizim. Barın kapanış saati geliyor. DJ, kız ve ben dışarı
çıkıyoruz. «Siz arsız kızlar mısınız?» diye soruyor DJ bize.
«Değiliz» diyorum. «Biz fazla zeki kızlarız.»
Açık mavi bir odaya, DJ'in odasına giriyoruz. Sıcak, rahat bir
yer burası, girdiğim diğer odalardan çok farklı. Sabah olana dek mum
ışığında konuşuyoruz, müzik dinliyoruz, sigara içiyoruz, makarna
yiyoruz. Mutluyum burada. Güvendeyim. DJ kızı bir film
artistine benzetiyor, birbirlerini sevdiklerini hissediyorum.
Seviniyorum. Beyaz tüylü bir battaniyeye sarınıyorum, uyumaya
çalışıyorum. Benden bahsettiklerini duyuyorum. Gözlerim kapalı onları
dinliyorum.
«Arkadaşın çok yıpranmış.»
«Evet. Hızlı yaşıyor o ve genç ölecek. Rüyamda gördüm.»
«Umarım ölmez.»
Bedenime baktıklarını hissediyorum.
«Sen sigara almaya gittiğinde...» diyor kız, "CD'lerinden
bazılarını çalmaya karar vermiştik. Arkadaşımın fikriydi.»
«Sen de ona uydun.»
«Evet. Ama sonra o senin iyi biri olduğunu, bunu yapmamamız gerektiğini
söyledi.»
«Sen yine ona uydun.»
«Evet.» Gülüyorlar.
Dayanamıyorum artık. Midem kasılıyor, bedenim titriyor. Gözlerim kapalı,
yattığım yerde kıvranmaya başlıyorum. Yanıma geliyorlar. DJ
saçlarımı seviyor, «Sakinleş, sakinleş» diye durmadan fısıldıyor.
Sakinleşmeliyim. Kendimi kontrol etmeliyim. «Ben hiçbir şey yapmadım»
diye sayıklıyorum. Sonra kendime geliyorum ve ayağa kalkıyorum.
Dışarı çıkıyoruz. Kent sis altında.
V
Soluk alıp verişlerimi duyuyorum. Rahatsız oluyorum, bundan kurtulmanın
bir çaresi olmalı. Gözlerimi tepemde sallanan ampule dikiyorum.
Dikkatimi ona yoğunlaştırmaya çalışıyorum. Olmuyor. Soluk alıp
verişlerim kulaklarımdan gitmiyor. Yaşadığımı duymak istemiyorum.
Terkedilmişliğin sindiği bu loş odada hâlâ yaşıyor olduğumu hissetmek
acı veriyor. Ölümü arzuluyorum. Benliğimin bataklığına bu denli
saplanmışken durumumun bilincinde olacak kadar gözlerimin açık olması
beni ürkütüyor. Gözleri açık ölmek dünyadaki en büyük acı olmalı.
Ampulun salınışlarıyla eşyaların karşımdaki duvara düşen gölgeleri
değişiyor. Oluşan siluetlerin bana çağrıştırdığı hiçbir şey yok. Bir
şeyler olmalı. Hayalgücüm beni hiç yarı yolda bırakmadı. Ama çağrıma
karşılık veren belleğim oluyor. Bedenimden tiksindiğim zamanları
hatırlıyorum. Bedenimle hesaplaşmalarım. Bölük pörçükler, kısa yaşamıma
parça parça dağılmışlar. Birer birer topluyorum onları, birleştiriyorum.
Ortaya çıkan tutku oluyor. Sadece tutku.
Bu odaya gelmeden önce neredeydim ben? Başka bir odadan çıkmıştım, bir
başkasından atılmıştım. Bedenimin ağırlığından kurtulmak için girip
durduğum odalar. Tutkumu boşaltmaya çalıştığım odalar. Peki ya kendi
odam? Benim odam, benim küçük odam. Uykusuzluğum, kanayan dudaklarım,
bileklerim, tek gerçekliğim aynam, sigara dumanı, meşgul çalan
telefonum, gençliğim, kopukluğum... Olması gerektiği gibi.
Sen kapıyı açıyorsun, esmer yüzünde içimi ısıtan bir gülümseme. Seni
bekliyordum. Hep seni beklemiştim. Sevginin adını kötüye kullanmadan,
hiçbir şey ummadan gerçekten sevebilmenin kıyısına getirdin beni. «Biz
devamlı birbirine ihtiyaç duyan insanlardan değiliz ki.» Çift kişilik
delilik saplantımdan kurtardın beni. Bedenimi bir süreliğine de olsa
kaldırabilmemi sağladın.
Sen kapıyı açıyorsun ve ben artık soluk alıp verişlerimi duymuyorum.
Odan ve bedenim uyum içindeyiz. İşte sonunda tutkumu avuçlarımın arasına
aldım. Kendime geldim.