söyleşi: hilal karahan - eren barış
EB: Sizi daha çok Kül, La Poéte Travaille ve Etken'deki
şiir ve yazılarınızdan tanıyoruz. Şiir kitaplarınız İçsözlük-Bir Günün
Özeti (Şubat 2003), Tepenin Önünde (Mayıs 2003) ve Giz ve Sis
(Kasım 2004) Kül Sanat Yayıncılık tarafından yayımlandı. «Giz ve Sis»
adlı dosyanız Yaşar Nabi Nayır şiir yarışmasında dikkate değer bulundu.
Ankara'dan yazan bir şair olarak ve İstanbul çevresiyle bir kan
bağınızın (ya da bağışıklığınızın) olmamasına karşın bu ödülü almanız
önemli diye düşünüyorum. Bir süredir edebiyat dergilerindeki «lobicilik»
faaliyetleri tartışılıyor... Oysa bildiğim kadarıyla siz Ankara'daki
şiir çevresinden de uzaksınız. Belki de bu, şiirlerinize kök salan
ağacın gücünü ve saflığını sağlıyor. Şiir (genelinde sanat)
poetikasından çok polemiğiyle kendini belirliyor. Yeni ırmakların,
dillerin, rüzgârların zor da olsa var olacağından kuşkunuz benimki kadar
yoğun mu?
HK: Lobicilik, ya da benim anladığım anlamda, belli bir
derginin, editörün etrafında gruplaşma, bu editörün sevmediği isimlerle
polemiğe girme, feodal, gel-gelci bir poetikayla şiir yazma aslında Türk
şiirinin geleneğinde var. Örneğin Fecr-i Âti, Servet-i Fünûn gibi yazın
organlarının etrafında toplanarak buradaki kişilerle kafa-kol ilişkileri
içinde düşünerek, yazarak, eserlerini burada yayımlatarak; kendilerine
dayatılan bir fikrin, poetikanın, ideolojinin savunucusu olmuş kimi
şairler. Çoğunun isimlerini tek tek anımsamakta güçlük çekiyoruz; kısaca
Fecr-i Âticiler, Servet-i Fünûncular diye özetleyiveriyoruz. Oysa bir
dönem burada yer alan Tevfik Fikret ve Ahmet Haşim'i birer şahsiyet
kılan, bu gruplarla yakınlıklarından ziyade, zaman içinde bunlardan
uzaklaşmaları olmuş. Uzaklık, genellikle özgünlüğün bir önkoşuludur.
EB: Şiir yarışmaları, şairin hem bireysel hem sanatsal
özgürlüğünü kısıtlayan bir tahakküme yol açar mı? Bir ödüle eklemlenmek,
birkaç şair (sanatçı) tarafından onaylanmak sanatçının estetik ve etik
öngörüsünü pasifize eder mi?
HK: Yarışmalar, kapitalist toplumun sevdiği birer oyuncak.
(Bakınız gelin-kaynana ve popstar yarışmaları!) Şiir yarışmalarında da
durum pek farklı değil: Üç-beş kişi toplanıyor, kendi aralarında
(çoğunlukla içki masasında) birisine ödül vermeyi kararlaştırıyor ve
resmi yolla o kişi «ödüllendiriliyor». Daha yarışma yapılmadan
kazanacaklar belirleniyor, hatta gönderilen dosyalar okunmuyor bile! O
kadar çok «şiir yarışması» ayakaltında dolanıyor ki... Ama durumu
genellemek doğru olmaz. Yaşar Nabi Nayır Gençlik Şiir Ödülleri gibi
köklü, jürisinde değerli şairlerin yer aldığı yarışmalar da var. Bu tarz
yarışmaların en güzel yönü, dereceye giren dosyaların kitap haline
getirilmesi ve genç yeteneklerin camiaya tanıtılması. Günümüzde şiir
kitabı nadiren basılıyor, şiir tesadüfen okunuyor. Bu nedenle,
yarışmalar şairlere umut dağıtabiliyor. Ne de olsa marifet iltifata
tabidir.
Kısıtlanmak, pasifize olmak noktasına gelirsek; bir şairin jüridekilere
beğendirmek için şiir yazacak, ya da onların beğeneceğini bildiği
şiirleriyle dosya oluşturarak etik ve estetik değerlerinden vazgeçecek
denli kişiliksiz olabileceğine inanamam. Bu nedenle, yarışmaların şairin
özgürlüğünü kısıtlayacağını ya da şiirini pasifize edeceğini
düşünmüyorum. Ama köklü yarışmalarda dereceye giren yapıtlara daha şen
bakıldığı da bir gerçek.
EB: Etken dergisinin yayın kurulunda bulunuyorsunuz.
Dergicilik ve şiir yayımlama konusunda tavrınız nedir?
HK: Etken şiir dergisi, Alanya'da iş nedeniyle bulunduğum
sıralarda, orada yaşayan iki şairle, Gülümser Çankaya ve Bünyamin
Gürel'le tanışmamızın ve deniz kıyısında, ada çayı kokulu
sohbetlerimizin bir meyvesi. Onların el değmemiş, sömürülmemiş
heyecanlarına ben de destek verdim ve üç aylık şiir dergisi fikri eyleme
dönüştü. Alanya şartlarında çıkan, finansman ve dağıtım sorunları
bulunan Etken şiir dergisinin 3. sayısını yayımladık.
Neden yeni bir şiir dergisi diye sorulabilir. Şiirde yeni tarzların
araştırılacağı, deneme şiirlerin (şairlerin değil!) yer alacağı ve şiir
üzerine polemiklerden uzak, postmodern kavramların tartışılacağı bir
platform oluşturmak istedik. İlk sayıda «Modern şiirde ses ve ritim»,
ikinci sayıda «Şiirde kolaj» dosyaları yaptık, tartışmaya Türkiye'nin
dört bir yanından şairler katıldı. Düzenli çıkamasa da, şiiri ve
sözcüküstünü tartışmak isteyen şairlerin rahatlıkla katılabileceği,
krallardan ve kralcılardan uzak durmayı yeğleyen bir yaratım Etken.
Lobiler isimleri eskitiyor. Biz genç şiirlere ve şiiri gençlere yer
vermek istiyoruz.
EB: Yaşar Çabuklu, bedenin politikasından bahseden,
«Anarko-Feminizm ve Beden» adlı yazısının bir bölümünde ---şiirimiz için
de geçerli--- önemli bir saptama yapmıştı: «Duygu ‹yükünden› kurtulmuş,
yamalı bohça görüntüsüyle kimliksel bütünlük ve süreklilik gibi tasaları
kalmamış eril beden, artık kadın bedenini kendini sarsacak, tehlikeli
bir ‹ötekinin alanı› olarak görmemektedir. Eril bedeni koruyan şey artık
kadına karşı duyulan korkuya eşlik eden itici ve dışlayıcı bir mesafe
değil, kayıtsızlığın ve ‹hoşgörünün› öne çıktığı bir nesneleştirme
pratiğidir.» Bu bakış açısıyla, Türkiye'de «kadın şair» olmanın artık
bir nesneleştirme pratiğiyle geliştiğini düşünüyorum. Nasıl İstanbul
(eril-erk), Ankara (dişi-itaatkâr) pratiği buradaysa, «kadın şair»liğin
pratiği de burada. Eril olan, dişi olanı nesneleştirerek (pasifize
ederek) içine alacaktır. Özne bir «kadın şair» var olamayacaktır.
Kapitalizme lanetler yağdıran şairlerimiz, aslında kapitalizmin sisteme
katılımına izin verdiği tek toplumsal beden olan, erkek bedenini
yüceltmekten başka bir şey yapmamaktadırlar. Bana göre, şairlerimizde
(şiirimiz daha esnek olabilir) hâlâ ilkel-Freudyen kodlar mevcuttur.
Üzücü olan şudur ki, cüzzamlarını gençlere bulaştırmaya devam
ediyorlar... Sizin «kadın ve erkek» adlı şiirinizle sorarsam: «ademle
havvadan beri / iç içe biriken aynalar»ın kırılma zamanı gelmedi mi?
HK: Kapitalist sistemde kadın kimliğinin, testosteronun
sınırında ve eril pragmatizmden oluşmuş bir seks süzgecinden süzülerek
elendiği ve incelmiş bir nesneye dönüştüğü doğru olabilir. Hatta bu erk
medyayla, modayla, kapitalist etik ve estetik kıvırmalarla
kışkırtılabilir. Oysa sanat, karakteri itibariyle, tüm önerilen
sistemlere meydan okumadır; nesneyi, özne ve öteki arasındaki sığ
aralıkta, diyalektik bir ilişkiyle yeniden yaratmadır. Bu nedenle, söz
konusu sanat ve şiir olduğunda, bırakın kadının erkek şairlerin
«nesneleştirme pratiği» olduğunu, bence bir şaire, «kadın şair»
kavramını yakıştırmak, onu bu şekilde etiketlemek bile hakarettir. Bu,
kapitalist sistemin cinsiyet ayrımcılığını ve eril erkini şiire dayatmak
olur.
Geçenlerde öteki-siz dergisinin «şair kadınlar» dosyasını (özenle
hazırlanmış, yaklaşık otuz şairin katıldığı bir dosyaydı) ve buna atfen
yazılmış bazı eleştiri yazılarını okudum. Kadın şairlerin neredeyse
ortak, nahif ve kırılgan bir dili olduğundan, belli imgelerin ısrarla
tekrarlandığından bahsedilmiş (Ayten Mutlu ve Gülten Akın şiirinin
özgünlüğü, bu kategoriyle sınırlanamayacağı daha net belirtilebilirdi).
Bu açıdan bakılırsa, birçok erkek şairin üslup, tavır ve imge yönünden
benzeştiği de dikkati çekecektir. Şairi kadın ve erkek olarak ayırmak,
bence ne etik ne de estetik olarak pragmatik değildir. Özgün imge
yaratamamış, kendini ve başkalarını tekrarlayan kadın veya erkek
şairler vardır.
EB: Giz ve Sis adlı son şiir kitabınız «harf sahiplerine»
adanmış. 2004 yılı içersinde, harf mevzusuna gönderme yapan, Hayati
Baki'nin bir poetika öneren ama arada kaybolup giden «Harfler Kitabı» ve
Hilmi Yavuz'un «Hurufî Şiirler» adlı şiir kitapları yayımlandı. Bu iki
kitaptaki şiirlerle kıyaslanınca, sizin önerdiğiniz dil daha farklı
geliyor bana. Harf ve şiir (metin) ilişkisini nasıl
değerlendiriyorsunuz?
HK: Harfleri yalnızca alfabenin elemanları, semboller
olarak görmek bence yanlış. İnsanlık kültürü boyunca Hurufiler,
Batıniler başta olmak üzere, birçok mezhep ve tarikatta insanı, yaşamı,
doğayı; hatta kaderi ve tanrıyı harfle bütünleştiren, harfle duyan,
harfle dokunan kişiler olmuş. «Ebcet hesabı» denilen ve harflerin
sayısal karşılıklarını kullanan bir yöntemle, Divan şiirine olaylar
tarih düşürülmüş. (Örneğin Mevlânâ'nın «ibret» yılında öldüğü söylenir.)
Hurûf-u Mukataa denilen bazı harfler (Örneğin Şuarâ, yani Şairler
sûresindeki ilk üç harf: «tâ», «sin», «mîm» ki Hallâc-ı Mansur'un
harfleri şifrelediği ve kimsenin henüz anlamını çözemediği ünlü eseri
Tavasin'e esin olur.) var ki, Kur'an-ı Kerîm'in anahtarıdır. Her
tefsirci, bu harfleri kendi ilmince tefsir ederek sûreleri açar. Yaratan
İncil'de getirir harfleri Hz. İsa'nın sağ avcuna koyar ve Kur'an-ı
Kerîm'de Hurûf-u Mukattaa üzerine yemin eder. Tüm İslam âlimleri, kutsal
metinlerde üzerine yemin edilenin çok değerli olduğunu müjdeler.
Harflerin kendi aralarında mertebeleri olduğunu söyler İbn-i Arabî:
Örneğin «elif» harfi, tüm harflerin şahıdır; bazı harfler ise dünyayı
evrende tutan birer «direk»tir.
Tüm bu mistik örnekleri vermemin amacı, harflerin mistik bir sembol
olarak şiirimde anlam bulması değil; yalnızca neyle uğraştığımı bilme
çabası. Her harfin belli bir karakteri var --- Arthur Rimbaud ile İlhan
Berk bundan bahseder. Şairler ancak harflerin izin verdiği ölçüde
onların enerjisini hissedebilirler: Çünkü harfler sahiplerini kendi
seçer. Onları hissedebilen, onların sözcükte ve dizedeki kımıldanışını
görebilen ve saygıyla önlerinde eğilebilen bir şairin iyi şiir
yazabileceğine inanıyorum: Belki de asonans ve aliterasyon, harflerin
bilge ezgisidir. İlhan Berk nasıl nesneleri kendi aralarında konuşur
buluyorsa, ben de harflerin sohbetini dinliyorum, soluğunu duyuyorum.
Bazen insanlar gibi yakınıyor, çekiniyor, seviniyorlar. Dizede hangi
sözcüğün seçileceğine harfler karar veriyorlar. Lacan, «İnsan ancak
dille düşünür» diyor; ben de ondan ilham alarak, «İyi şiir ancak harf
sahibi olarak yazılır» diyorum.
EB: İlk kitaplarınızda kısa, haiku olarak
nitelendirilebilecek şiirler yer aldı. Giz ve Sis‹teki şiirlerinizde
yine aforizmatik öğeler var ama, uzun-çoğul-parçalı, kolaj bir yapı
gözümüze çarpıyor. İlhan Berk'e yakın bir nesne-imge etkileşimi
(.../nesnede gördüğünü sever bilinç) ve zaman zaman soyuta-mistisizme
kayan uçları var şiirinizin: okuyucu açısından zor metin olarak
yorumlanabilir. Şiirlerinizin böyle bir açmazı olduğunu düşünüyor
musunuz?
HK: Tepenin Önünde, 1995-2003 yılları arasında yazılmış,
yaklaşık on dosyalık şiirin parçalanıp, son derece ince bir elekten
geçirilerek elde edilen koyu bir özden oluştu. Bazen koca bir şiirden
tek bir dize dile takılır: Attilâ İlhan'ın «Kimi sevsem sensin», ya da
Ahmed Arif'in «Hadi gel, ay karanlık» dizeleri gibi yalın, sahici,
keskin. O haikular öyle oluştu işte. Şiirin ham halinde dizelerin yarısı
gereksiz; zor olan hangi yarısının gerçek şiir olduğuna karar vermek.
Giz ve Sis, «eski sesler» bölümü hariç yeni şiirlerden oluştu.
Dizelerde bu kadar çok kırık olmasında, cerrah olmamın payı büyük
sanırım! İç konuşmalardan, çağrışımlardan, geriye dönüşlerden, epik ve
lirik ses arasında çekirge sıçramalarından oluşan bu şiirlerin özü hız
ve çarpışmadır. İçses değiştiği anda dilde de bir kırılma oluyor, dize
sözü taşımada zorlanıyor. Mistik olduğumu düşünmüyorum. İlhan Berk'e tek
yakınlığım, nesne şiiri yazıyor olmamdır ki bu noktada yaklaşık yüz
şairle buluşuruz.
Zor-kolay metin ayrımını okuyucunun dikkati, beğenisi ve zekâsı mı
belirler? Ben bunu hâlâ anlayamam. Okuyucu ve şair arasındaki sınır,
sözcük ve dize arasındaki denli gereksiz. Herkes kendine benzer yarımı
ayıklayacaktır şiirimde.
EB: İki kitabınızda da temel izleğiniz ağaçlar, kökler...
Tepenin Önünde‹de alt başlık olarak yer alan «Başkalarının toprağına
kök salan ağaca, dallarına dolanan kuzey rüzgârının söylemedikleri»,
Giz ve Sis‹te bir şiir olarak karşımıza çıkıyor. «Kökleri suya değen
ağacın şiiri» izleklerin yoğunluğunu pekiştirirken, Varlık'ta yayımlanan
«Kokular ve Korkular» şiirinizi [ : dalı kadar uzar kök ] dizesiyle
bitiriyorsunuz. Ağaçlar, köklerini bütün şiirlere salmış gibi...
Ağaçların, psikanalitik bir imgelem boyutu var mı yaşamınızda?
HK: Bir ağaca dokununca ne hissedersiniz? Bir yanım
Kızılderili galiba, ben dokununca kabuğun altında gerinen ulu bir ruhu,
için ve kabuğun uyumunu, rüzgârın hışırtısını, yaşamla dengeyi
hissederim. Ağaçları insanlara benzetirim biraz: Yakınan, küfreden, öbek
öbek toplanıp dedikodu yapan, kendini bilmez, sorumsuz, sevgisiz; ama
bunun yanında âşık olan, acı çeken, inadına kök süren, derine, daha
derine inebilen, yaşama dört elle sarılan... Deniz kenarında, şöyle
rüzgârlara açmış, dallarına kuşlar konan bir çınar olsam, hayatım
boşa gitmezdi.