pusula - vedat kamer
«Kelime, maddî olan duyulur şeyler dünyasına (mülk) ait olurken, anlam ise, tam manasıyla maddî olmayan ya da manevî olan dünyaya (melekût) ait olmaktadır. Her kelimenin gerisinde yatan geniş anlam alanı ile karşılaştırıldığında, kelime, önemsiz çok küçük bir noktadan başka bir şey değildir. Kelime, insan zihninin onun içinden geçerek sınırsız anlam dünyasına adım attığı dar bir kapıdan ibarettir. Ayrıca anlam, bir anlamda kendine ait bir hayatı bulunan bir şeydir. Onun hiçbir kararlılık ya da kesinliği yoktur. Anlam, kendisine işaret eden kelimeden gayet bağımsız bir şekilde, insan tecrübe ya da bilincinin derinlik derecesine göre şaşırtıcı bir esneklik içersinde bir bakıma kendi istek ve ahengine göre gelişen bir şeydir. Bu temel özelliklere sahip olan anlam, bir kelimenin hazır olan kalıbı içine doldurulur. Bir kimsenin, bu şekilde kullanılan kelimeyi sırf dışarıdan gözlemlemek suretiyle, o kelimeyle aktarılması amaçlanan anlamın derinlik ve genişliği hakkında yargıda bulunması neredeyse imkânsızdır. Bu husus, bir kelimenin kalıbı içine doldurulan anlamın derin bir mistik tecrübe tarafından desteklenmesi durumunda çok daha geçerli ve doğrudur. Böylece anlam ampirik olmayan bir mahiyet taşıdığı zaman, ona atıfta bulunmak için bir kelimenin kullanılması, zorunlu olarak çok-anlamlılığın uç noktasına kadar gidecektir.
Bu tür durumlarda kişi, işaret edilen anlama tam olarak nüfuz edebilmek için, işaret eden kelime karşısında çok hassas bir tavır takınmak zorundadır. Çünkü onun, burada, söz konusu kelimeyi, anlamın derinliklerine dalmak için bir sıçrama tahtası olarak kullanması gerekmektedir. Kişi, anlamı kelimeden anlamaya çalıştığı sürece onu elde etme ümidine asla sahip olamayacaktır. Bunun yerine, kişi, kelimeyle ilk karşılaşması ve onunla olan en küçük teması sırasında onu hemen orada bırakıp, doğrudan doğruya anlam alanına geçmelidir.»
--- Toshihiko İzutsu
Toshihiko İZUTSU«Yaratma ve Şeylerin Zamansız Nizâmı: İslâm Düşüncesi Üzerine Makaleler», Çev: Ramazan Ertürk, «Aynü'l-Kudât Hemedânî'nin Düşüncesinde ‹Mistisizm› ve ‹Çok-Anlamlılık› Dilsel Problemi» adlı makaleden 119 ve 120. sayfalar, Anka Yayınları, İstanbul, 2002
I
«ben» kurduğu dünyanın ne içinde ne de dışındadır: tam sınırda yer alır. şair sınırdayken, sadece kendisi düşündüğü zaman varolan önermeleriyle şiirini oluşturur. bu önermeler şairin bilgisine muhtaçtır. şiir de bundan dolayı anlamını ve değerini şairde bırakır. şair toplumsal değerleri bozarak oluşturduğu ürünlerinde, anlamı ile değeri yok ederek sonsuz bir bireyselliği başlatır, böylece biçim içeriği öldürür. içeriği, okur, zamanını ve mekânını vererek canlandırabilir, ama bu yitirişin kaynağı kendi ruhu olacaktır. eşyanın yerini alır şiir. bunu yaparken de ilk önce direnci olan sözcükleri, yani terimleri(/kavramları: yargı yoksa kavram da yoktur?), tasfiye eder.
II
«ihtimal ya fikrinize düşersem, tutturun bir rumeli havası...» --- 04.08.2005
biriken zamanı temizliyorum eşyaya sessizliğini geri verebilmek için. her taş özüne ufalanırken, sen korkular biriktiriyorsun doğmamış çocuklarına. yüzünün hüznü gözlerimi ağırlaştırıyor. uykunun ezberini bozacak bir gülümsemeni arıyorum. suya sakladığın herşeyi sevdim.
III
«bindim şimdi vapura. şimdi binmem gerekiyordu, değil mi? değilse de bindim artık. neyse, kısaca unutma beni, almaya gel diyecektim. hadi görüşürüz...» --- 11.08.2005
120 ile köprüden geçiyordum. güneş, ortaköy'e kıvrılıp sokulmuştu. sanki sen de güneşe bakıyordun ve güneş gözlerine yenildikçe, yüzümde tuz varmış gibi yakıyordun geçmişi. susmak aynı yöne bakmaktır belki de. biraz sonra da güneş ile birlikte karşıda kalmışız. batı hep doğuda birini bırakmak mıdır?
IV
ahenk kayığının etrafındaki kayıklara benziyor gardırobuna astığın fotoğraflar. gardırobun, sessizce ağlayan duvarına, pencerenin ne demek olduğunu anlatıyor sen okuldayken. geceleyin susmayı öğretiyor bakışların. bilmek sözcükleri gereksiz kılıyor. açıkdenizi pay ediyorsun ankara'ya. dile gelmeyenlerin hükmündeyiz. suya herşeyimizi emanet ettik.