pusula - vedat kamer & zafer yalçınpınar
İki dizelik bir hayat... Sözcüklerin halesini yitirmiş şair vapurda yalnız yolculuk yapmayı seviyor. İnkılap vapurunu Karaköy İskelesi'ne yanaşmış görünce, kardeşine rastlamış gibi seviniyor. Akbilini cebinden çıkarıp, hızla turnikeden geçiyor. Vapurun ikinci katına çıkıp kıç tarafının sonundaki üçlü koltuğun ortasına oturuyor; ilk dizesini sağ koltuğa, son dizesini sol koltuğa oturtuyor, ayaklarını da demire uzatıyor. Kadıköy'ün sarhoş bulutlarının neden 23 mart gününün orta saatlerinde kar bıraktığını merak ediyor belki... İki gün sonra kar ve bahar imgelerini başka bir şairin yeni şiirinde okuyunca bu görüntünün yazılmış olmasına sevinecek. Yazmak ile yaşamak ne kadar farklı?
Şu an adını hatırlayamadığım ünlü biri şöyle söylemiş: «Sanat ve hayat
birbiriyle kavga eden iki sevgili gibidir.» Gerçek dünyanın ve bilindik
görüngülerin yavanlığının karşısına, başka bir dünya, kurgusal bir
açılım ve farklı bir gerçeklik çıkararak yaşamak, üstelik bu eylemi bir
direniş olarak sürekli tekrarlamak bir insan için acıya doymak anlamına
gelmez mi? Yazar, kahramanlarını yaratırken ve sahneleri oluştururken
kendini kahramanın yerine koyuyor. Konu ne olursa olsun (trajedi ya da
umut hiç fark etmez) yazar, sürekli kimlik, duygu ve davranış
değiştiriyor, her sahneyle, her olayla birlikte yaratacağı karakter
oluyor. Yani «herkes» olmaya çalışırken kimliğini kaybediyor ve «hiç
kimse» oluyor.
Sonuç?
Gerçek dünyadaki en acı yokluk ya da düş dünyasındaki en güçlü varlık:
YAZAR.
Şairin unutkanlığına bahar bile fayda etmiyor. Unutkanlık deyince ---birkaç ay önce karıştırdığı--- ilk defterindeki sahipsiz «Seni seviyorum» tümcelerini hatırlıyor. Yaşanmışlıklar böylesine yitik. Dizeleri ile kirlettiği beyaz kâğıtlara yeni notlar alıyor. Defterlerini, kendini ve ötekileri, yeniden yazması gerekiyor varlığını sürdürmek için. Böylece şair, yaşanmışlıklarını yazdıkları ile değiştirecek --- Zaten şair bu işi yapan kişi değil mi? İşte, böyle buluşuyor hiçe yakınlaşan yaşanmışlık ve Tanrı'yı bile aratmayan yaratı.
Doğadaki değişimler, canlanmalar, baharın hareketliliği ve güneş ışığı bir öykünün ya da romanın içine katılabilecek, rahatlıkla betimlenebilecek en kullanışlı öğelerdir. Eşsiz bir uyumla dirilmeye başlayan doğanın, ağaçların, güneşin, toprağın ve yağmurun işbirliği bir şairin dizeleri için vazgeçilmezdir. Ancak, insanların ve doğanın dirilişini gözlerken ya da yazarken yaşadığımız bu odaklanma bizleri körleştirmez mi? Evet, baharın gelmesiyle evlerimizden çıkıp denizin, ağaçların, çiçeklerin yanına gidiyoruz. Onlar bizi çağırıyor. Ama her gün hissettiğimiz «yalnızlık» şekil değiştirerek devam etmiyor mu? «Kalabalık yalnızlık» daha acı bir mertebe değil midir? Baharla birlikte daha geniş bir hücreye taşınmadık mı?
Aynı sözcükler ile ---tüm şairler gibi--- tutsaktır beyaz kâğıda. Her imgesi için tekrar tekrar intihar eder geceleri, ve şiir kanla yazılır beyaz kâğıdın üzerine. Ansızın odasının kapısı açılır, ilksevda girer içeri. Kömür gözleriyle örter şairin üzerini. Hatırlanmayan bir rüya gibi, yokluğa taşınır gece uykularda. Şair, imzasız şiiri sabahın ilk ışıklarıyla okur.
Gerçeklik yazarın varlığını kabul etmiyor. Bir türlü uyum sağlayamıyor. Bunun sebebi nedir? Bütün gün düşündüm: Yazılan bir şey ancak yakılarak yok edilir. Bu yüzden mi?