söyleşi: şeref bilsel - doğan ergül
Doğan Ergül: Seninle dört-beş yıl önce Kadıköyü'nde Yazı Kitabevi'nde, bir
şiir akşamı vesilesiyle karşılaşmıştık. İlk izlenimim hayata ve şiire
dair bir öfke taşımandı. Hayatından ve yazdıklarından bu öfkeyi nasıl
uzak tutuyorsun?
Şeref Bilsel: Yazarak bu öfkeyi kontrol altına alabilir insan.
Etrafımızdaki birçok şey öfkeyle ambalajlanmış; bunların bize yansıması
farklı oluyor. Yazı bağlamında öfke, kullanmasını bilen için besleyici
bir kaynağa dönüşebilir. Taş'a rengini veren de içe doğru bağırmak
zorunda kalmanın sıkıntısıdır belki... Ben öfkelenmesem, sen
öfkelenmesen, biz öfkelenmesek kim çiğneyecek bunca ısırgan otunu, bunca
gazete sayfasını. Âşık Veysel: «Rakı içinde durduğu şişeyi sarhoş etmez;
içeni sarhoş eder» der. Üstüne ayakla basılmış sözcüklerden yükselen bir
nefret dumanı da olabilir bu öfke... şiddetin görüntüsü de...
Kalbimizin, kafamızın karşısında sıkılmış bir yumruk gibi durması;
duygularımızın düşüncelerimiz karşısında çaresiz kalmasına benziyor.
Kimi zaman öfke, nisyana karşı bir isyan belirtisidir. Balkonlar evin
öfkesinin dillenmiş biçimi olmasın sokağa doğru? Sözcükleri uyarmak,
tahrik etmek için onlara birer canlı gibi davranmak gerekir; bazı
canlılara da birer sözcük gibi... Başkasına yük olmasın diye kendi
öfkeme yardakçılık ediyorum. Bana kiralık olan ne varsa gösteriyor;
otomobiller, kalemler, evler, gelinlikler... kiralık ne varsa gelip
sarmalıyor beni. Öfke; mor kadifelere sarılmış demir bir yumruk gibi
herkesin cebinde taşıdığı dalgınlık...
DE: Yakın zamanda bir kitabın yayımlandı. Çok şey yazıldı
kitabın üzerine. Kitaptan öncesini ve sonrasını nasıl
değerlendiriyorsun? Bu gelişmeleri bekliyor muydun?
ŞB: Kitap çıktıktan sonra ben onun bir göstergesi olmaktan
öteye gidemem. Keşke beni hiç tanımayan insanlar tarafından kitap
üzerine söz açılmış olsaydı; ben de onları tanımış olurdum, sesimin
nereye, nasıl düştüğünü öğrenirdim. Kitaplaşmadan önce her şiir ayrı bir
kitaba açılan bir kapı gibi duruyordu içimde. Kitaplaşınca bütün
şiirlerin aslında bir şiirden kopmuş, kaçmış parçalar olduğunu
hissettim. Düştüğü yerde kalıyor her şiir... Düşmek için meyveler bile
olgunlaşmayı beklerken sözün neresinde bekleyeceğiz?
DE: Şiir üzerine yazdıklarında özellikle 90 sonrası şiire
yer açtığın görülüyor. Bu ilgi kendini de o kuşağın içinde görmenden mi
kaynaklanıyor? Bu dönem şiirinin sendeki karşılığı nedir?
ŞB: Genç şairlerin güzel bir dizesine rastlamak beni mutlu
ediyor. O dizeyi takıp yakama sokaklarda dolaşıyorum, dünyaya bakıyorum.
Gençlerin cesareti, kuşkulu bakışı bende saklanmış, susmuş şeyleri açığa
çıkartıyor. Formüle edilmiş, paketlenmiş bir duyarlılıkları yok genç
şairlerin. Belki de bu yüzden her an şaşırtmaya hazır bir ruh hali
üzerinden sesleniyorlar. Ben de 90 sonrası yazmaya başlayanlar
arasındayım. O kuşakla beraber aynı araçlarla yolculuk ediyoruz, aynı
ağacın dallarını eğiyoruz. Ama bizde yolculuk eden şeyler ve içimizi
eğen şeyler görüntülerimizi farklılaştırıyor, çeşitlendiriyor. 90
sonrası şiir, durağan olmadığı için kesintiye uğramadan klasik
kalıplarla tanımlanacak bir şiir değil. Tanımlara ve alışkanlıklara
sataşan bir şiir; parça tesirli, dize rampaları taşıyan bir şiir...
Yaşadıklarımıza benziyor: Çelişkilere ve paradokslara yüz veriyor.
Kravat takılarak yazılan bir şiir olmadığı için, papyon takanlarca
değerlendirilemeyecektir zannındayım.
DE: Yazarken önünde duran yahut arkadan seslenen şairler
var mı? Varsa, yazdıklarına yansımalarından bahseder misin?
ŞB: Şu an konuşurken önümde sen duruyorsun. Dil akrabalığım
olan, beni ziyarete gelen veya aramızda olmadıkları için benim ziyarete
gittiğim yazarlar var tabii. Ben bazı şairlerin fazlasıyla edebiyat
ortamına sokulduklarına inanıyorum. Behçet Necatigil bunlardan biri.
Hilmi Yavuz, bence Garip şiirinin en yeteneksiz şairi Orhan Veli, şiir
üzerine yazdıkları kadar şiiri önem arz etmeyen Özdemir İnce...
gereğinden fazla tartışılıyor. Ve şu isimlerin hakkıyla irdelenmediği,
okunmadığı kanısındayım: Oktay Rifat, Sabahattin Kudret Aksal, Turgut
Uyar, Cahit Zarifoğlu, Ergin Günçe, Emirhan Oğuz, Müslim Çelik, Leyla
Şahin, Serdar Koçak...
DE: «Magmada Kış Mevsimi» edebiyat ortamımıza bir serinlik
içirdi mi?
ŞB: Serin bakanlar yanında sıcak bakanlar da oldu. Kendi
sesinin ayazında kalmak isteyenlere ne verdi bilmiyorum. Kendi içinde
katlanmış oturanların önüne sıcak bir ütü gibi düşmüş de olabilir.
Yazmak dil denilen mirastan pay almak değil, bu mirası çoğaltmaktır.
Başkalarına haddini bildirmek değil, kendimize yer göstermektir. Bir
şair yazdıklarıyla, yazmak istediklerinden lekeler taşıyabilir ancak.
DE: Şiir üzerine yazmak kalabalıkta olmayı gerektiriyor;
oysa şiir yazmak yalnız olmayı gerektirir. Seni şiire ve düzyazıya
getirip götüren raylarda nasıl bir sürtünme var?
ŞB: Tiyatro gibi kalabalıkla gerçekleştirilen bir etkinlik
değil şiir... yalnız yazılır, çoğunlukla yalnız okunur. Şiir üzerine
yazdıklarım şiire giden yahut şiirden gelen patikalar üzerine dikilmiş
yol levhaları gibi okunabilir. Şiir içimizde biriken çalı çırpıyı
tutuşturur, bu ateşi söndürmek için düzyazıya haber verir. Düzyazı, bu
yangının nasıl çıktığından, nasıl söndürüldüğünden, geride kalanlardan
bahseder. Düzyazı şiire sürtünür, şiir kendine...
DE:
Şiir dışarıdan soru kabul etmez. Yazıldıktan sonra soru kabul eder.
Senin şiir yazarken kendine sorduğun sorular var mı?
ŞB: Şiir bittikten sonra şairine soru soruyor galiba. Bir
sonraki şiire giden yollara doğru ipuçları fırlatıyor. Bir soru olarak
da yükselebilir her yeni şiir. Yeni bir yerinden tutulmuş her sözcük
ağzımıza sorulmuş bir soru değil mi? Her soru soran cümlenin sonuna soru
işareti konmayacağını gösterir şiir.
DE: Aşka ve zamana dair neler söylersin?
ŞB: Aşk, söyletir; bize ait değil, biz ona aitiz. Yazdığım
ilk metin aşk üzerineydi. Son metin de ölüm üzerine olur herhalde.
Herkes ölümüyle son metnini yazar. Dünyada hem araç hem amaç olabilen
bir başka şey yok aşk gibi. Biterken başlar; başlarken bitirir süren
şeyleri. Aşk, neye ihtiyacınız varsa onu vermenizi ister, karşılık
beklemeden vermenizi, kendinizi dünyaya eklemeden vermenizi. Zamanı
genişletir, duyuları sonuna kadar açar, radyoları kapatır. Bir sigara
gibi söndürtür size eski güneşleri... Aşk, ayaklarınızla girdiğiniz
yerden kalbinizle çıkartır sizi; mor bir tülbent olur örtülür yaranızın
üstüne. Ve aşk, susayan kar gibi yatar bahçenizde yazın. Dudaklarınızla
camların arasına giren elinize on yedi dikiş attırır. Şiir, dilin âşık
olmasıdır demişliğim bu yüzden.
DE: Yolculukların, İstanbul dışında konakladığın yerler
şiir havzana nasıl döküldü?
ŞB: Bu dökülüşü yazdıktan sonra hissediyor insan. Taşranın
taş'la ilgisini. Kara gecede kara taş'ın üzerindeki kara karıncayı gören
köylüleri... Taşra taşlık bir yol gibi: Sağlam, kararlı, sert... Mardin,
Kütahya, Malatya, Kocaeli; yazdıklarıma sızan şehirlerden birkaçı.
Sesler, türküler, yemekler, sınırtaşları, mayınlar, tren rayları, yüzü
dövmeli kadınlar... Dilin tuzaklarla yüklü olduğunu anlatıyor sanki.
Tuzaklar, dikkati arttırır. Böyle oldu galiba. Dağlara doğru süpürülmüş
barakalarla, deniz görmemiş yüzler arasında toprağın kokusunu duydum.
İnsan sürekli bir yolculuk halinde değil mi? İnsan bazen, hem yol hem
yolcu değil mi?
DE: Şiir, yazarken ödünç aldığımız bir şey midir?
ŞB: Hayat gibi mi demek istiyorsun? Taşıyamadığımız ve
birilerinde büyümesini istediğimiz bir şey belki. Şiir şairi ödünç
alıyor olmasın; şairdir yakalanan şiir değil.
DE: Gündelik ilişkiler noktasında içinde bulunduğun
edebiyat ortamından bahsetmek ister misin?
ŞB: Beni şairlerle bir araya getiren nedenler onlardan
ayrılmama sebep oluyor. Masaların altından birbirinin dizlerini
parçalayanlardan tut da olmadığı yerden haber taşıyanlara kadar gereksiz
birçok şey var etrafta. Herkes aklanabilmek için kirlenmek zorunda
hissediyor kendini. Dostlukla edebiyat birbirine karıştırılıyor. Gerçek
manada dost olanlar edebiyat noktasında birbirini daha acımasızca
eleştirebilmeli. Çabuk kırılıyor şairlerimiz, çabuk taraf oluyorlar.
Yazdıklarından doğan boşluğu gündelik ilişkilerle, kafa kol muhabbetiyle
kapatmak isteyenler maalesef çoğunlukta. Sesin önüne hareket, davranış
geçiyor. Kararmış bir samimiyet kol geziyor ortalıkta. Şükür ki, benim
yakın menzilimde bulunanlar yukarıda altı çizilenlere pek benzemiyor.
Bunları düşündükçe sarhoş olup dünyanın kimler için döndüğüne bakıyorum.
DE: Yazıyla ilk buluştuğun dönemlerde nasıl bir çevrenin
içindeydin? Bu çevre, yazı hayatını ne derece etkiledi?
ŞB: Müzikten tiyatroya, felsefeden şiire etrafımda sanatla
iç içe olan dostlarım vardı. Başlanmamış dünyalarla tanıştırdılar beni,
yazdıklarımı paylaştılar, önemsediler... Bu dostlardan bir kısmı kayıp
şimdi. Ölenlerin yaşadığı zamanları da taşımalıdır bir yazar. Belki de o
yüzden yükümüz ağır. Saatlerimizi yeniden ayarlamamız gerek galiba.
DE: Düzyazıyla uğraşan dostlarınla ilişkin şairlere oranla
farklı bir seyir mi izliyor?
ŞB: Birkaç dostum var. Bunlar arasında hikâye ve roman
yazarı Vecdi Çıracıoğlu'nun ayrı bir yeri var. Hem hayata dönük
deneyimleri hem de yazıyla buluşma koşulları itibariyle özel bir örnek.
Türk edebiyatı tarihinde yazıyla --biyolojik yaş anlamında-- bu derece
geç buluşup, kendi varlığını kabul ettirebilmiş örnek sayısı bir elin
parmaklarını geçmez. Dinlenmiş bir yazar Çıracıoğlu. Onunla
tokalaştıktan sonra parmaklarımı saymak zorunda kalmıyorum. Ama birçok
şairle tokalaşırken eldiven giyme gereğini duyuyorum. İçerden yaşamak
oldukça zor ve boğucu.
DE: Şiir içerden mi dışardan mı başlar? İçeriyi ve dışarıyı
açar mısın?
ŞB: İçerisini var eden dışarısıdır. İçimizi tasnif ve
tanzim eden dışarısıdır. Şiir bilgisi anlamında soruyorsan bilgi şiir
için yüktür; özgünlüğü hırpalar. Onu belli bir biçime, nizama davet
eder. Şairi sivillikten uzaklaştırır. Şiir içeriden başlar, taşar,
köpürür; geldiği yerin özelliklerini götürür. Dışarıda bulunmuş bir
şiir, beklentilere ve alışkanlıklara yönelir; tanımlanmış bir alan
içerisinde akacağından bir yerde tıkanır, kurur ve karşılaştırma tekniği
içinde okunmayı bekler. Şiir içeriden başlar, içeriden okunur.
Sözcüklerin ilk çıkışı da öyledir. Tıpkı yağmurun çıkışı gibi...
DE: Şairler trende yolculuk etmeyi severler, evlerinde
kilim bulundururlar, bir idare lambasına mutlaka gereksinim duyarlar ve
her zaman bir türkü kanar ağızlarında... Folklor neden şiire düşman?
ŞB: Folk, halk demek sanırım. «Bir daha dönmem diye bir not
/ terekteki bakır maşrapanın yanında» diyor şair. Deyimler, atasözleri,
ninniler, maniler birer folklor öğesi değil mi? Savaşacağınız bir
şeylerin olması düşmanınız olduğu anlamına mı gelir sadece? Kendinizi
var etmek, koruyacağınız şeyleri de düşünmek anlamı taşımaz mı? Folkloru
algılama biçimimiz; kalıplar, dizgeler şiire düşman olabilir. Yemek
çeşitlerimiz, oyunlarımız, libaslarımız var bu kavramın içinde, tezek
kokusu bile var.
DE: Nedir bizi etrafında pervane eden, yaklaştıkça her şeyi
yakan, şairlerden önce başlayan bu yalnızlık? Biz şiirin yalnızlığını mı
paylaşıyoruz, yoksa ondan yalnızlık mı alıyoruz?
ŞB: Bu söyleşide ayrı ayrı şiirler yazarak çıkacağız
galiba. Büyük kavuşma sesleri taşıyan, şiirlerde bile bir yalnızlık
kokusu kendini duyurur. Yaşadıklarımıza tanık bularak belki de
yalnızlığımızı çoğaltıyoruz. Cahit Sıtkı'yı Cahit Sıtkı yapan, Ahmed
Haşim'i, Ahmed Haşim yapan bu yalnızlık değil miydi? Sözcüklerin de
yalnız ve kalabalık olanları vardır. Evler gibi. Bazılarından zar sesi
gelir sadece, bazılarından nar... Dalgındır sözcükler, dalgın ve yılgın.
DE: «Bana içinden bir dalgınlık tut desem», şiiri ve hayatı
geçmek için yetmez biliyorsun. Şiirle şiirsel olanın hayatın içinde
oluşturduğu boşluk doldurulmayı bekliyor. Bu dalgınlığın şiire ait bir
boşluk olduğunu da söyleyeyim. Şiirsel olan boşluk kaldırmaz. Söyleşiyi
bitirelim istersen...
ŞB: Doğru söylüyorsun. Şiirsel demeyelim de şiir olan
boşluk kaldırmaz. Boşluk arayanlar sinemaya gitsin.