Ana içeriğe geç

şizofren öyküler - 3 - bülent kurt

Yağmur yağıyordu hava sıcaktı, hatta güneşin tüm kavurganlığı üzerindeydi o gün. Bir yandansa delice yağmur yağıyor, bir yandan kar yağıyor, bir yanda fırtına var ve bir tarafta ise güneş tüm sıcaklığı ile kavuruyordu. İnsanlar büyük bir şaşkınlık içerisindeydi. Üşüyorlar mıydı yoksa yanıyorlar mıydı anlayamıyorlardı. Şu anda fırtına, kar, yağmur birleşmiş ve güneşle kavga ediyorlardı fakat hiçbiri güneş üzerinde galip gelemiyordu. Güneş kar tanelerini hemen buharlaştırıyor yağmur tanelerini yere düştükten bir müddet sonra tekrar geri çekiyordu. Fırtına ile baş etmesi çok zordu fakat bu güneşti onu da başarabiliyordu.
Yeryüzünde ise bir adam bu durumu hiç önemsemiyordu. O sürekli saatine bakıyor ve gelmesini beklediği insanı bekliyordu. Aslında gelecek olanın da bir insan olup olmadığı konusunda şüpheleri vardı ama en azından o öyle umuyordu. Ummak, beklentinin değişik komik bir söyleniş biçimi... Aynı zamanlarda belki bir başkası ise başka yerde gene beklediği insanın ya da ne olduğunu bilemediği bir şeyin gelmesini bekliyordu. İlk adamımıza geri dönelim. Uzun boylu, zayıf ve bir uzaylı gibi duran birisiydi. Adının Heralli olduğunu düşünebileceğiniz bu insanın matematikle ilgisi olduğu alnında yazan rakamlardan belliydi. Bu adam uzun yıllar önce yelkovan saat bir'in üzerinde dururken ve akrep saatler üzerinde henüz yokken bir gemi yolculuğu yapmıştı. Okyanus aşan bu gemi yolculuğu sırasında okyanusa düşmüş ve oracıkta bir ufak japonbalığı bu adamı yutmuştu, hani kırmızı ve turuncu olanlardan bir tanesi. Günler aylar yıllar geçmiş ve sonunda bir gün balık ölüp bir ıssız adanın sahiline vurmuştu. Balık sıcaktan ve diğer organizmaların da etkisiyle çürüyünce bu adının Heralli olduğunu düşündüğümüz matematikçi tekrar gün ışığı görmüş ve ıssız adada yaklaşık olarak yelkovan saat üçü gösterene kadar tek başına yaşam mücadelesi vermiş ve bu süre zarfında kendine değişik işler yaratmış ve vaktini böyle geçirmişti. Sonra gene yelkovan üçü gösterince oradan geçmekte olan bir okyanus kuşu albatros bu adamı yanına alıp en yakın medeniyet olan yere götürmüştü. Heralli bu albatrosu ikna etmek için hiç uğraşmamıştı, sadece ona bir tutam hırs vermişti. Medeniyetle tekrar yüzleşince Heralli uzun zamandır mahrum kaldığı insanoğlunun ya da diğer isimleri varsa ve her neyse onlarla muhabbete dalmış ve konuşmayı henüz unutmadığını fark etmişti. Kendine kalacak bir yer bulmuş ve orda yelkovan sekize gelene kadar hayatını devam ettirmişti. Bu süre zarfında maddenin eğer ışık hızına ulaşırsa kütlesinin sonsuz olacağına belirgin saplantılarda bulunmuş ve eğer mümkünse sonsuz kütleli bir maddenin nasıl var olabileceğini düşünmüş durmuş ve sonunda bulamamıştı ve bu başarısızlıkla tamamen kapanık olarak yaşadığı dünyaya geri dönmüş, hemen ilk iş olarak bir matbaa dükkânı açmıştı. Bir gün matbaada bir müşterisinin işini yaparken sol baş parmağını kaybetmiş olmasının nedeni de budur. Elbiselerini hiç değiştirmemişti çünkü onun görünüşü değil içindeki ruhunda gerçek elbiseleri vardı. Bunu anlayan insan yoktu fakat o kendine yetme ve kendini kendine ispatlamak amacı içerisindeydi. Takıntıları ve saplantıları da vardı. «a» harflerini «i» harfi olarak okumak onun en büyük takıntısıydı. Başka hoşuna giden şeyler de vardı. Mesela bal yerken bıçağına balı alırken yaptığı yörüngesel dönmeyle balı bıçağa almayı, anahtarları yuvarlak anahtarlıklara bin bir güçlükle geçirdikten sonra yaptığı o kolay basit dönme hareketini ve elektrik süpürgesi ile halıları temizlerken birtakım parçaların kırıntıların elektrik süpürgesinin borusundan geçerken çıkarttığı tıkıt tıkır sesi çok severdi. Bunlar hep hayatın en ayrıntılı sevecen detaylarıydı, ama gerçekten çok güzel detaylardı. Yağmura sorduğu zamanlar vardı matematik sorularını ve onlar da yapamıyorlardı genellikle o zor matematik sorularını.
Şimdi ise hayatından çok zaman geride kalmış yelkovan on ikiye yaklaşıyordu, ve tam on ikide birisi ile bir nesne ile buluşmak için anlaşmışlardı. Yelkovan yavaş ilerliyordu, insanlar yavaş geçiyorlardı, sümüklüböcek ise çok hızlı bir şekilde gidiyordu. Fırtına, kar, yağmur güneşle savaşmaya devam ediyorlardı. Güneş hâlâ yenilmemişti. İnsanlar güneşin tarafında savaşa katılmaya karar verdiklerinde ise fırtına, kar, yağmur savaşı bırakma kararı aldılar. Ve güneşe teslim olup tekrar geldikleri güneşe geri gittiler.
Bu sırada yelkovan tam on ikiye geldiğinde Heralli'nin beklediği geldi. Gelen bir akrepti, zaman devirleri iyice anlamlanmaya başlamıştı. Ya Heralli işin, hayatın sırrını çözmüştü, ve artık kendisi bir uçurumda bir dağ yaratmıştı... Belki çalışmaları sonuç vermiş ve başarılı olmuştu. Belkiler devam ederken akrep yerini almak için yelkovanın yanına gitti ve tam üzerinde durdu... Ve her ikisi de aynı anda tekrar yolculuğa başladılar. Sonsuza kadar sürmek üzere... Her şey bittikten sonra bile devam etmek üzere...
Heralli gülümsedi, kendini kendine ispatlamıştı ve onun bütün idealiydi... Yaşadıklarını düşündü; okyanus macerasını, ıssız adayı, japonbalığını, albatrosu... Sonra sırtını insanlığa dönüp giderken içinden belki de anlamsızca da olsa aklından şu düşünceler geçti: «Yıldızlar genelde çok uzaktadırlar, gezegenlerse onlara göre çok yakındırlar. Fakat bazen yıldızlar gezegenlerden çok daha parlak olurlar bunun nedeni ışığının çok olması mıydı, yoksa aslında çok uzak, çok imkânsız dediğimiz şeylerin bize normal görünenden daha yakın olması mıydı? Maddenin hiçbir zaman sonsuz kütleye, imkânsız bir duruma ulaşmasına gerek yoktu. O uzaktaki ama yakın olan gördüklerine düşüncelerine elini uzat değersin zaten...»
Ve albatros o sırada havada geniş bir daire çizip yükseldi...

20 Mart 2002

tv