yağmur yeni kesmişti* - vecdi çıracıoğlu
Ay'dan arsa satmak isteyenlere, bir akıl hastası, gitme konusunda şu şartı koymuş: «Herkes garabetlerinden bir şeyler verebilir ama ben sadece hayallerimi verebilirim.»
Yağmur yeni kesmişti!
Tarlabaşı'nın parke taşlı arka sokağı ıslaklığını korurken, kaldırım
taşları altında yer bulan su birikintileri, loş evlerin kimi
pencerelerinden yansıyan ışıklarla menevişleniyordu. Birikintilere
yaklaştıkça, gölgem, önce petrolün moruna, sonra maviye ardından gümüşi
bir renge dönüşüyor...
Fötr şapkamı ve dizlerimin altına kadar uzun, kalkık yakası kulaklarımı
örtecek kadar büyük bej pardösümü, lacivert pantolonumun duble paçası ve
klasik kahverengi ayakkabılarım bütünlüyor. Arada, küçük su
birikintilerine basmamak için sıçrayıp, dikkatli yürüyorum. Bu dünyadaki
hacmimin tabanı ayakkabılarımı kirletmek istemiyorum.
Dirsek temasıyla yan yana sıralanmış apartmanlardan en sonuna, köşeye
sıkışmış olanının önünde durdum. Yüzümü yukarı kaldırarak baktım. Eski
apartman dört katlı ve her katında dar bir cumba var. Üzerine birçok
haşere temizleme ve farelerle mücadele şirketlerinin küçük el
ilanlarının yapıştırıldığı yarı düşmüş kunt demir sokak kapısını zorla
iteledim. Kapı, iç gıcıklayan buruk bir sesle, apartmanın girişine yer
etmiş çeyrek daire çizginin üzerine bir çizik daha bırakarak açıldı.
Kapının apartman girişine attığı son imzaya inadına basarak içeri
girdim. Yüzümü yalayan loş küf kokusuna karışmış kim bilir kimlerin
hatıraları, dışarıdan gelen ıslak sokak kokusuyla çarpıştı.
Giriş karanlıktı. Gözlerimin alışmasını bekledikten bir süre sonra
elektrik düğmesini buldum. Fosfor elektrik düğmesi, bir ateşböceği gibi
parlıyordu duvarda. İçimden, ‹Apartmana göre yeni bir düğme. Markası
Molvano olmalı, fosforlu olduğuna göre› diye, geçirdim. Parmağımı
ateşböceğine götürdüm, aşağıya eğik eğimine bastım.
«Klik...»
Bu sesle, solgun sarı bir ışık yayıldı girişi yüksek tavanlı apartmana
ve kirli geniş mermer basamaklı merdivene doğru yürüdüm. Arnovi tarzı
ferforje basamak korkuluklarını süsleyen, gürz şeklinde pik dökme demir
topuz tırabzanbaşını tutarak, ağır adımlarla basamakları çıktım. Kim
bilir hangi ressamın fırçasından çıkmış, kat aralarındaki merdiven
boşluk duvarlarını süsleyen yağlıboya manzara resimleri, ampullerden
sıyrılan loş ışıkla parıldıyordu. Yarıya kadar flato ve yeşil rengin
titremlerinin bol kullanıldığı bu silik ve kirli manzaralar, üzerine sis
çökmüş, şimdilerde ‹Kara› denilen Hoyratdeniz'in herhangi bir yaylasının
bir mezrasını andırıyordu. Her yukarı çıkan basamakla biraz daha netlik
kazanıp, yeni bir kat sahanlığına gelindiğinde, sis tamamen ortadan
kalkıyor ve her figür tek başına ortaya çıkıyordu.
Başımda, kenarına sıkıştırılmış sarı, mor ve kırmızı renk karışımı ince
bir tüyle, sürekli sağa, sola, ön ve arkaya kaykılan fötr şapkamla,
eldivenli ellerim pardösümün ceplerinde, dairelerden birinin kapısı
önünde durdum. Kahverengi boyalı ahşap iki kanadında, küçük buzlu camlı
gözleme pencereleri pirinç çerçeve ve çıngıraklı kapının kenarları kalın
oymalı latalarla pekiştirilmiş...
Bir Osmanlı hançeri gibi içe kıvrık, keskin ucu sivri kitin ellerimin
baş ve işaret parmağının arasında zor tuttuğum çıngırağı çeviriyorum ve
boğuk bir ses çıkıyor.
Kapıyı açan yok.
Bir kez daha yineliyorum.
Yine boğuk bir ses. Uzun süredir ellenmemiş çıngırağın tınısına tozlar
zırh olmuş.
Kapıyı yine açan yok.
Ellerim pardösümün derin cebinin dibinde anahtar arıyor ve buluyor.
Anahtar kayma yetisini kaybederek, parmaklarımın arasında yerini alıp,
deliğe girdi ve kilidin içinde döndü. «Garçç!..» diye açılan kapının
kenarlarından tozlar döküldü. İçeri girerken ardımdan kapıyı kapadım, el
yordamıyla elektrik düğmesinin kulağını buldum ve çevirdim. Yanmadı.
Yalama kulak uzun yıllardır kullanılmadığından idmansızdı.
Bir kez daha denedim, yandı. Hem de gür bir huzmeyle...
Yere baktım, ayakkabılarımın uçlarına. Desenli döşeme karoları üzerinde
inanılmaz bir hareketlilik vardı. İnsancıklar, ışık yanınca sağa, sola,
kaçışmaya başladı, şişesi kırılıp azat olmuş cıva parçacıkları gibi köşe
bucak. Küçüçüktü insanlar, bir hamamböceği kadar. Eğilerek baktım,
yüzlerini seçemediklerim içinde tanıdığım biri yoktu.
Sakindim...
Önce ayaklarımın en yakınındakini ve erişebildiklerimi sırayla,
tabanlarımdan çıkan ‹pat pat› sesleriyle ezdim. Seri ayak hareketlerim,
fötrümün kafamda bir tencere kapağı gibi oynamasına neden oluyordu.
Ne kadarını ezdim hamamböceklerinin!? Bilmiyorum. Öldürücü tabanlarımdan
kaçan birkaç tanesi, yer karolarıyla aynı desenli süpürgeliklerin
birleşme yerlerindeki aralıklardan girip gözden kayboldu.
Sakinliğimi koruyordum...
Gerisin geriye döndüm. Kapı eşiğinin hemen önüne konulmuş eski bir
havludan bozma paspasta ayaklarımın tabanlarını silerken, üzerine
nelerin bulaştığına bakmadım bile...
Sakinliğimi hâlâ koruyordum...
Askının önüne geldim. Üzeri bir karış toz kaplı ve aynasının cıvası yer
yer dökük, sırı donuk, soluk ve sırsızdı...
Pardösüme çeki düzen verdim ve ayaklarımı dairenin tabanına sırayla
birkaç kere vurarak onların sakinleşmesini sağlarken, ki ne de olsa
onlar katildi, kendime baktım, yüzüm yoktu!
Yana yatık fötrümü önce düzeltip sonra çıkartarak askının rafına yavaşça
bıraktım.
Şimdi, silik aynada bir karafatma, bir hamamböceği vardı. Bir süre
öylesine, kendimi seyrederek kaldım.
Ensemden yüzümü ılık, yumuşak bir rüzgâr yaladı. Arkamı döndüm. Sofaya
açılan kapılardan birinin aralandığını fark ettim, yel oradan geliyordu.
Aralık kapıyı biraz daha açarak, odadan içeriye baktım. Penceresi açık
odaya sokak lambasının ışığı dolmuş, kenara sıyrılmış tül perde
uçuşuyordu. Bir kucak dolusu ıslanmış kuru yaprak pencere ve odanın
içinde bu rüzgârla oynaşıyordu.
Serseri bir avlanduz poleninin toprağı döllemesinden peydahlanmış arsız
ağacın dallarından biri, rüzgârla pencereye bir girip, bir çıkıyor ve
her geri dönüşünde düzenli olarak ortaya çıkardığı gün ışığını andıran
aydınlık küreyi odanın içine siyah beyaz film oynatan bir
sinemaymışçasına bir dolup, bir boşaltıyordu. Tutunduğum kapıya
yaslanarak içerideki bu garip, garip olduğu kadar da masum oynanan oyunu
seyre daldım.
Bir süre sonra odaya girdim. Attığım her adımda, ayaklarımın altında
yerlerinden oynamış, cilaları dökük eski parkeler, odanın içine kâh
giren, kâh da çıkan ışığa gıcırtılarıyla eşlik ediyordu. Sanki odada
başka birileri daha varmış da, onları rahatsız edecekmişim gibi parmak
uçlarıma basmaya gayret ederek gıcırtıyı hafifletmeye çalıştım.
Camı örttüm ve geriye dönerek odanın kapısını sessizce kapattım.
Daireden çıkıp, apartmanın merdivenlerinden inerek kendimi yine sokakta
buldum. Geldiğim yere dönmüştüm, ayaklarım yine ıslak kaldırım taşlarına
değmişti.
Geçmiş yağmurun ıslattığı bir sokak lambası vardı ve ışığı, yeniden
başlayan çiseleme altında, örümcek ağına düşmüş bir ateşböceği telaşı
içindeydi. Direğin iki yana uzanmış kolları rüzgârda sallanırken, az
ileride bir aktar dükkânı saçağının altına sığınmış bir insanın
karanlıkta seçilemeyen bedeni yanından yağmur suları içinden akıttığı
galvanizli borudan garip bir sesle hızlanmaya çalışıyordu.
Karartının karşısına geldiğimde onun bir erkek olduğunu anladım.
Sırılsıklamdı ve yüzü az önce bulunduğum dairedeki askı aynasında
kaybettiğim yüzdü. Karşılıklı gülümsedik. Ona doğru bir adım daha attım.
Şimdi, yüz yüze ve daha da yakındık.
«Parola?» diye sordu, «yoksa sizi kabul etmem olanaksız...»
Yüzümden kaybolmayan aynı tebessümle:
«Parola artık yok, artık o kaldırıldı, herhalde sizin haberiniz yok yeni
gelişmelerden» dedim ve bir adım daha atarak ıslak paltosunun açık
düğmelerinin arasından içine sızdım.
(*) Yayıma hazırladığı, ‹Serseri Standartları
Sempozyumu› adlı romanından