insanı anlayabilme yolunda insanî bir bakış: 'sevgi' - emrah altınok
İÇİN DIŞINDAN KOPAN DIŞIN İÇİ: 'İNSAN'
"Öteyi yaratan acı ve güçsüzlüktür." --- Nietzsche
Biz insanlar problemliyiz. Dağılmak istiyoruz. Baş başa ama yalnız olmak
istiyoruz. Baş başa olmak çatışmayı getiriyor; yalnız olmaksa gücümüzü
yıpratıyor. Baş başa olmamak güven isterken; yalnız olmamak kişisel
ödünler gerektiriyor. Aslında biz dağılmak istiyoruz.
Önce içsel bir dağılma... Her şeyin içinde olmak, haberdar olabilmek
istiyoruz. Bu çoğunluğun aklı için baş başa olabilmenin kırılma noktası;
azınlığın aklı içinse kültürel bir maymun iştahlılık olabilir.
Sonra dışsal bir dağılma istiyoruz. Yayılmak ve sıçramak... Bazen
yayıldığımızı sanarak aslında sıçrıyoruz. Mekân doyumsuzluğu bu... Her
yerde olmak istiyoruz. İçsel olanda olduğu gibi, aslında bu da ikircikli
bir durumu işaretliyor. Bu, çoğunluğun aklı için yuvalaşmış bir
kalıcılık isteminin anlık gezginliği iken, azınlığın 'yorgun aklı' için
dünyayı kısa bir yaşam içinde anlayabilmenin imkânsızlığını anlatıyor.
Öyleyse dağılma sadece içsel bir tepki değildir.
Günlerce kurumaya bırakılmış bir kurabiyenin, un, süt, su, şeker ve
yumurta ile kaynaşmış iç bağları zamana karşı gelemeyerek kopmak
isterken, bu durumu gözleyen bir çocuğun kurabiyeyi eliyle ufalaması
mümkün olabilir. Oysa biz, kurabiyenin unu, sütü, suyu, şekeri ve
yumurtası olmak isterken, bir yandan da o kurabiyenin etrafa dağılmış
kırıntılarıyla birlikte, tümünü yemeyi istiyoruz.
Biz çok şey istiyoruz aslında...
ANLAM VE DİYALEKTİK: 'YALAN'
"Yalnızca anlaşılır olanı anlayanlar, çok az şey anlıyor demektir." --- Marie von Ebner- Eschenbach
Biz insanlar mekânı, birbirimizi ve olayları anlamıyoruz. Çünkü geçmişi
bilmiyoruz. Bugünü bilmiyoruz ve yarına dair netleşmemiş kurgularımız
var. Bazen kurgusuzuz da... Hep tek yönlü ve az düşünüyoruz.
Tıkanıklıkları telâfi edişlerimiz yalan söylüyor. Doğrucu
telâfilerimizse kısa vadeli. Sorumluluk bağlamında en yakındakine pas
vererek zaman geçiriyoruz. Doğrularımız var; oysa doğru
toplumsallaştırılamaz.
'Genel doğru'yu reddettiğimiz noktada, gerçekdışı olma durumu ile
karşılaşıyoruz. Gerçekdışı olanı anlamak ve anlatmak her zaman daha zor
olacaktır. Anlamı reddettiğimiz noktada ise, işleyen bu sistemin
yoksuzluğuna ortaklık ediyor; düzenin aksaklıklarını görmezden
gelenlerden biri olup çıkıyoruz.
Biz insanlar anlaşılmayı bekleriz, hep anlatmak isteriz ve biz insanlar
dinlemeyi hiç sevmeyiz. O halde anlaşılmayı beklememek çözüm mü? Ya da
anlatmaya çalışmak hep böyle yoracak mı? Peki ya sürekli dinleyerek,
dinlediklerimizden mi bir ömür yaratacağız? Anlatmaya çalışmayan,
anlaşılmayı da beklemeyen ve hep dinleyen bir insan olabilmek erdemli
olmak mıdır? Yoksa normal bir insan olmayı reddetmek midir? Bunlardan
sadece birini başarabilmek erdem midir? Yoksa bu bir gün belirsizleşecek
kadar az yüklü olabilmek midir?
Üç kent olsa bir ülkede: birincisi 'anlaşılmayı bekleyenlerin kenti',
ikincisi 'anlatmak isteyenlerin kenti', sonuncusu da 'hiç
dinlemeyenlerin kenti'. Bu üç kent nasıl ilişki kuracak? Birincisi
anlaşılmayı beklerken, diğer iki kenti hep bencil olarak nitelendirecek.
İkincisi de hep anlatmak isterken, hiç dinleyici bulamayacak. Sonuncusu
ise sırtını dönecek her ikisine de.
Bu problemi sosyolog ve psikologlar yorumlayacak olursa, en büyük
problemin anlamın üzerinde gelişen diyalektik olduğunu söyleyeceklerdir
herhalde. Diyalektiğin annesi, babası ve geçmişi yoktur. O yaşamaz; ama
ölü de değildir. Problem diyalektikse, kısa bir çözüm aranıyorsa ve
nihayet kısa çözümler yok etmekte yatıyorsa, diyalektiği eritelim
gitsin. Oysa problem zaten diyalektiğin eriyor oluşu değil mi?
Ne insanı, ne de diyalektiği yok edemeyiz biz. O halde yalan söylemeye
devam mı edeceğiz? Yoksa asıl yalancı 'anlam' ve 'diyalektik' mi?
İÇSEL BİR ATIF: 'SEVGİ'
"Ölsem ayıptır, sussam tehlikeli, çok sevmeli öyleyse, çok söylemeli." --- Metin Altıok
Bugün dostuna bir soru sor. Düşünmeden yanıtlasın. Adın söylendiğinde
aklına gelen ilk üç sözcüğü sıralasın. Gri, boşluk ve hayal örneğin ya
da daha somut: ressam, tatil ve anne...
Böyle bir soruyla karşılaştığımızda aklımıza ilk gelen sözcükler ya çok
somut; ya da çok soyut olacaktır. Elbet bunun karşımızdaki insanla
olduğu kadar, bizimle de ilgisi var. İç dünyamız ve yaşamı algılayış
biçimimiz, bu kısa cevaplama süresi içinde istemsiz olarak, nesnel ya da
kavramsal biçimde tepkisini ifade edecektir. Bu yüzden bir soruya fazla
düşünmeden yanıt vermek, 'çoğu kez büyük hatalara yol açabilir'
düşüncesinin tersine, bilgi içerikli olmadığı sürece, bütünüyle bizi
yansıtan doğrulardan oluşacaktır. Bilinç, düşünme ve ses ile tepki verme
devamlılığı içinde bilinçsiz bir rasyonelliği yansıtıyorsa, kendisini
ifade etmeyi başarıyor demektir. Çünkü bilinç, bilinçli olduğu sürece
biz, biz olamayız.
Verilen cevaplar acaba her zaman o insanın gerçekçi özellikleri midir?
Yoksa bizim ona atfettiğimiz özellikler mi? Bu noktada düşünülmüş
bilinçli bir cevapla, bilinçsiz cevap örtüşür. Çünkü verilen cevaplar,
aslında ona atfettiğimiz özelliklerdir. Bunlar gerçekçi de olabilir;
olmayabilir de... Cevapları duyduğumuzda gülümsüyorsak bunun iki nedeni
vardır. Ya bize göre gerçekçi olmayışlarının şaşkınlığı, ya da kendimizi
tanımlamak istediğimizde bizim de sıralayacağımız sözcükler oluşu...
Soruyu sorma amacımız, yalnızca bunu karşılaştırabilmek değil elbette.
Asıl amaç: yanıtlayan kişinin, bireyselliğimizi tanışıklık süreci içinde
statik ya da değişken yönleriyle, hangi karakteristiğe oturttuğunu
öğrenebilmektir. Çünkü bize karşı beslediği duyguları bu yolla
tartabiliriz.
Biz insanlar değişimi sevmeyiz. Ona bir türlü ısınamayız. Evimiz,
arkadaşlarımız, yaşadığımız mahalle, kent, ülke, yaşımız -genelde genç
yaştayken-, sevgilimiz ve hatta karakterimiz değişmesin isteriz. Mutlaka
bunun tersini de düşünenlerimiz vardır; ama o değişim isteminin içinde
yeni bir değişmezlik istemi yatar. Aydın Şimşek, "Siyasal Tarih
Sürecinde Sanat ve İktidar" adlı kitabında şöyle diyor: "Değişimin
kendisi de değişendir." Yani bir gün beklediğimiz değişiklikler de
değişebilir. Bir diğer deyişle ortada sabit bir idol özlemi ya da
bağımlılık seviyesinde şaşkın bir diyalektik eksikliği yoksa, değişim
istemli olarak kendiliğinden değişecektir. Buna sebep olansa, ilk
çağlarda olduğu gibi artık doğa değil; salt insanın kendisidir. Çünkü
doğa ile 'etik' soğuk bir savaşın ortasında erimekte...
Tekrar soruya dönelim ve yanıtımız "ressam, tatil, anne" olsun. Bu
soruyu en yakın dostuma ben sormuş olsaydım, yanıtları şöyle
yorumlardım: beni bir ressam olarak tanıyor, en kısa zamanda tatil
yapmak istediğimi biliyor ve annemin benim için çok değerli olduğunu
sezmiş. Bir gün ona resim yapmayı bıraktığımı ve artık iyi para kazanmak
istediğimi söylesem, mutlaka buna karşı çıkmak isteyecektir. Bence bu
doğal değil, garip bir durum. Doğal olan yanı varsa da, değişimi
sevmeyen biriyle daha karşılaşmamdır.
Neden garip? Dostum 'beni' mi seviyor, yoksa bana atfettiklerini mi?
Benden yansıyanlarla kafasında yarattığı ve kendinden de bir şeyler
katarak kurduğu 'o adam'ı mı seviyor? Değişimi kabullenmek istemiyor.
Oysa ben yaşıyorum ve değişim kaçınılmaz. Değişimin kendisinin bile
değiştiği bu değişken dünyada, değişime ayak uydurmaya çalışıyorum.
Benim için doğal olanı yaşıyorum. Karar veriş ya da sürükleniş...
birbirinden farksız... Bu sadece bir yönleniş. Üstelik yeni ve
hareketli.
Sevgi bir atıftır. Yalnızca değişmeyen içsel doğrularımızla
karşımızdakine atfettiğimiz güzelliklerdir. Çünkü sevgi, kendisi gibi
durağan, sorgusuzlaşan her duruma adapte olur ve değişime tüm
yalınlığıyla kafa tutar. İnsanı tahakkümden uzak anlayabilmenin insanî
olan tek yolu 'sevgi' dir.
Sevmemiz lâzım.