dört mevsim - özgür macit
Yaz: babaannem
Mevsimlerden güneşti. Bize sıcaklığı anlatan da, toprak anayı
mutlu kılan da oydu. Sonra akarsuların sürükleyip götürdüğü topraktan
yoksun kayalıkları --benim ağaçsız, ot bitmez dağlarımın, küçükken ata,
kapıya, edinemediğim oyuncaklara benzettiğim kayalıklarını-- yaktı,
kavurdu. Kayalıkları diplerinden sessiz sakin akan sular doyururdu.
Dağlardan beslenip hindin denizine giden suların adına 'tohma' denirdi.
Dağlar bağırlarını yakan sıcağa bakmaksızın, başları yıldızlara en yakın
varlıklar oldukları için övünürlerdi.
Oranın elleri kışın yufka, yazın bulgur kokan kadınları vardı.
Ayakları nasırlı, derileri yanmış ve toz bürümüş, yüzleri kara,
başlarında yazmalarıyla yazın çalışan, kışın çalışan ve hep çalışan
kadınlar... Sırtlarına bağladıkları çıkınlara bebelerini katıp, buğday
tarlalarında ve kayısı bahçelerinde çalışan... Şalvarları kendilerinden
eski ve temiz esvapları bayramdan bayrama, düğünden düğüne çıkan...
Toprağın tadı dillerine, kokusu ciğerlerine, ateşi alınlarına
işlemiş...
O kadınlar sabahları güneş uyanmadan uyanırlar ve akşamları gece
uyumadan uyumazlardı. Toprakla en az kendileri kadar haşır neşir olan
erkekleriyle ve sayısı çoğu zaman unutulan çocuklarıyla aynı evlerde, o
saman, balçık karışımı harç ve odundan evlerde yaşarlardı.
Ben onlardan yalnız bir tanesini tanıdım. Evinden ayrılmazdı.
Ayrılınca da yerini yadırgayan çiçekler gibi soluverirdi. Kendi diliyle
konuşur, toprağı anlatırdı. Hayatın kendisinden alıp götürdüğü
umutlardan yoksundu. En az üzümden başka meyvenin yetişmediği dağların
bereketten yoksun olduğu kadar...
Yazın kavuran sıcağında gündüz, güneş demeden oturur, sacın
başında yufkasını açar, sonra bulgurdan bir yemek pişirir, dedemin
gelmesini beklerdi. Bir gün dedem gelmedi. O, ilk defa ağladı.
Mevsim yazdı ve o, diğerleri gibi, boğazından bulgurdan gayri
yemek geçti mi rahat edemezdi. Çünkü yaz vakti güneş başakları sarartır,
buğdaydan tohum, tohumdan bulgur, bulgurdan ekmek yapmasını köylü
bilirdi.
Sonra gece inerdi. Yaz olsa da karanlık demek soğuk demekti.
Dağlarda mum alevinde başlayan gece, mumun bitmesiyle sona ererdi ve bir
mum alevinin sapsarı sesini kimse karanlıktan daha iyi anlatamazdı.
Sonbahar: sigara
Tereddütle girdiğim mahalle bakkalından utana sıkıla bir paket
sigara, bir kutu da kibrit istedim. Verdiğim paradan utanarak, yaptığım
işten tiksinerek istediklerimi bakkalın elinden aldım ve gocuğumun iç
cebine yerleştirdim. Kendimi bakkaldan dışarı attım. Yüzüm kızarmıştı,
yaptığım işten çoktan pişman olmuştum. Keskin dönemeçleri olmayan yolu
geçtim, Feneryolu'nda bulunan demiryoluna kadar geldim. Yine ve ısrarla,
diğer insanların kullandığı alt geçit yerine, tüm yasakları hiçe sayarak
ve içimdeki asi insana uyarak demiryolunun üzerinden karşıya geçmeye
karar verdim.
Bir trenin hızla gelip boynumu koparacağına dair anlamsız korkumu
yenemeyerek, kulağımı raylara dayayıp yakınlarda bir trenin olup
olmadığını sorguladım. Tam ben kafamı kaldırıp adımımı atmaya
hazırlan ırken karşı taraftan gelen trenin sesiyle korkulukların öte
tarafına atladığımı ve bunu bir daha yapmayacağıma dair yemin üstüne
yemin edişimi unutamam.
Aslına bakılırsa, bilinçaltımda, trenlerin bana korkunç görünen
yüzü, sevecen görünen yönünden eziktir. Küçüklüğümde terör kokan Bingöl
Dağları'nı aştığımız trenler, bana safra kusturan ve Bitlis tütününün
kokusuna mahpus otobüslerden daha çekici gelmiştir. Sevdalı olduğum
dağların sarp kayalıklarını yararak, Fırat ve Dicle'nin engin sularının
köpüklerini okşayarak, demirin ince ve keskin sesini duyarak yaşadığımız
ve kaçıncı mevki olduğuna aklım ermeyecek kadar küçük olduğum zamanlarda
benim tıngır mıngır beşiğim olan trenler...
Bu şehre geldiğimden beri, ne zaman olursa olsun, nereden binersem
bineyim, bir yığın işçinin ter kokusunu duyduğum, mavi, kirli mavi
trenler...
Trenlerle ve trenlerde olan yüzlerce anımı, lüks kokan ve hemen
ötesinde aç insanların yaşadığından habersiz, sıcak evlerinde kendileri
gibi şişman, yiyip içip sıçmaktan başka işi olmayan kedilerini ve
köpeklerini ve kuşlarını ve bütün hayvanlarını besleyen insanların
yaşadığı sokaklara terk edip, Kalamış'taki sayısız yatın olduğu marinayı
gören sokağa vardım. Evlerin bahçelerinde güzel kokan ağaçlar vardı.
Denizin sonsuz enginliğini gördüğüm an bu kokuların, araba seslerinin ve
havanın soğukluğunun beynimde yarattığı uyarılar son buldu. Beynim,
kalbim, tüm organlarım denizi, maviyi izlemeye, onu hissetmeye başladı.
Sahile indim. Gidip, ıslak olmasına, soğuk olmasına aldırış
etmeden kayalıklara oturdum. Batıdan soğuk bir rüzgâr esiyordu. Benim
gibi birini rahatlıkla uçurabileceğini düşündüğüm için, yanımda
rüzgârkıran'ın olmasını diledim. Hem o olsaydı, bana sigara da
içirmezdi.