ey aşk! nelere kadirsin... - korkut akın
İki kişi arasındaki, ister özel
ister kişisel deyin, en mahrem iletişimdir mektup. Öyle ki, taraflardan
biri kabul etmezse anlatmanız bile mümkün değildir.
Bu denli kişiselliğinin arasında -özellikle edebiyatçıların kaleme
aldığı mektuplar- buram buram edebiyat kokan, alabildiğine keyifli,
coşkulu betiklerdir.
Buna bir de aşk mektuplarını ekleyin; bakın görün tadından yeniyor mu?
Bir edebiyatçının gündelik yaşamını aktarışı, hayata bakışı, gelecek
kaygıları ya da öngörüleri -önyargısız, sansürsüz, sakıncasız- sunuluyor
bu mektuplarda.
Kuşkusuz, onların da 'günün birinde basılabilir bu mektuplar› düşüncesi
dönenip duruyordur kafalarının bir köşesinde. Kuşkusuz, onlar da 'ya ele
geçerse, yanarım› kaygısıyla gem vurmaya çalışıyordur ellerine kalemi
aldıklarında. Kuşkusuz, aşklarıyla cinselliklerini gizliyorlardır
yaşamın 'ayrı› noktalarında. Tüm bunlara karşın, mektuplar -hele bunlar
'aşk mektupları› ise- inanılmaz duygu yüklü, inanılmaz coşkulu,
inanılmaz heyecanlı edebiyattır. Bir başka alanında da edebiyatın,
yakalanması güçtür bu coşkunun, duygu yükünün ve heyecanın.
Simone de Beauvoir'ın «Aşk Mektupları» Gendaş'tan çıktı tam bir yıl
önce. Bu arada, belirtmeden geçilmemesi gereken bir nokta var, sırası
gelmişken aktaralım; benzer kitapların çok satmasını beklemez yayınevi.
Bir coşkudur o da aynı, mektuptaki gibi... Yani, kitapçılarda
bulabilirsiniz. Adı Jean Paul Sartre ile anılan (birbirlerinin
«teyemmüm cüz»ü sayılırlar) Simone de Beauvoir, Amerika Birleşik
Devletleri'ne yaptığı bir seyahatte tanıdığı yazar Nelson Algren'le
--biri Fransa'da, diğeri o zamana göre çok daha uzakta, ABD‹de
olduğu halde- inanılmaz büyük bir aşk yaşar. Arada, Algren'in evlenmesi
bile bu aşkı külleyemez.
1947'de başlayıp 1964'te sona eren Beauvoir-Algren mektuplaşmasının -ki
Beauvoir'ın yazdıkları üç yüz dört adet- sadece bir tarafını
okuyabiliyoruz. Her iki tarafın da ileride yayımlanabilir düşüncesiyle
birbirlerinin mektuplarını sakladıklarını, Beauvoir ölümünden önce
öğreniyor. Kendisinin denetiminden geçmesi koşuluyla izin verebileceğini
de belirtmesine karşın biyograflar, gazeteciler, araştırmacılar,
yayımlanmamış yapıt avcıları izinsiz ve korsan bir şekilde -ellerine
geçenleri- yayımlıyorlar. Ancak, umut o ki, Nelson Algren'in mektupları
da Beauvoir'ınkiler gibi özenli, düzenli yayımlanacak... Ama ne kadar
bekleriz, orası belli değil.
Simone de Beauvoir, ilk görüşte etkilendiği Algren'e 1947'de kısa bir
birlikteliğin ardından yazdığı ilk mektuplarından birinde «ilk
gördüğünde âşık olduğunu» yazıyor. «Sadece emin olmak istiyordum;
bildik, boş kelimeler kullanmak istemiyorum. Oysa şimdi anlıyorum, ta
başından beri sana âşıktım. (...) Seninle birlikteyken zevk aşk demekti,
şimdi de acı aşk demek. Aşkın her çeşidini tatmalıyız. (...) Seni
söylediğimden, tahmininden çok seviyorum. Sana daha sık mektup
yazacağım, sen de bana daha sık yaz. Sonsuza dek hep senin karın olarak
kalacağım.» Sonraki mektubun seslenişi: «Sevgili kocacığım»dır.
Jean Paul Sartre ile birlikte çalışması, birlikte üretmesi nedeniyle
hemen herkesin onunla karı-koca, sevgili olduğunu düşündüğü Beauvoir,
Nelson Algren'e olan aşkına sonuna dek sadık kalacaktır. Sartre ile
aralarında aşk ilişkisinin olduğuna dair tek bir sözcük bile geçmiyor
ama, 1952'de genç bir hayranının kendisine kur yapmasından duyduğu
mutluluğu paylaşıyor mektuplarında.
Kimi zaman iğnelemek için, kimi zaman da kızdığı için «Tatlı canavarım
benim», «Nelson, tehlikeli sevgilim», «Sevgilim, iğrenç, açgözlü şey
seni», «Zavallı yaşlı çirkin reddedilmiş sevgilim», «Gelecek ayki canım
kocacığım» gibi çeşitli tanımlarla mektuba giren Beauvoir, edebi, hoş
betimlerle de mektubu bitiriyor.
Mektuplar böyle, sevgiyle, aşkla başlamasına karşın gündelik yaşamdan,
yazmaktan, çalışmaktan, direnmekten, direnişi örgütlemekten geri
kalmıyor. İkinci Dünya Savaşı sonrası dünya tahlillerini,
entelektüellerin yaşamlarını, yazar-ressam-gazeteci ünlülerin
tavırlarını da aktarıyor. Alabildiğine içten, alabildiğine sıcak...
Simone de Beauvoir'ın üç yüz dört mektubunun arasında o kadar çok şey
var ki «aslında keşke ben de söyleyebilsem» dediğimiz... Ancak, tam da
bu noktada, belirleyici olan: açık sözlü ve kararlı olmak. Parmağında
Algren'in armağan ettiği yüzüğüyle doğanın kucağına yatıya gider
Beauvoir. Ki mektubunda söz etmiştir bir keresinde... Andrey
Voznesenski, Oza'da; «Kilometreler ayıramaz insanı, inan,/ Birleştirir
telefon telleri gibi;/ Ama milimetrelerse ayıran,/ Bağışlanmaz bir
yazgıdır bu, beterin beteri» diyor. Kıtalar, okyanuslar, yıllar, hatta
eşler ayıramaz eğer istenirse; kaldı ki doğa...
Telefon trafiğine yenilen mektuplaşma, şimdi de elektronik postanın
pençesi altında. Mektup aşkları, internet aşklarına dönüşünce ak kâğıdın
üzerinde dans eden el yazısının coşkusu ve heyecanı kalmadı sanki. Ya da
çağın akışına ayak uydurup güzelim kalem kâğıdı unutarak bilgisayar
ekranındaki duygusuz sertliği yumuşatmaya çalışacağız.