söyleşi: gökçen göksal
Kuzey Yıldızı: Kitaplarınızın
oluşum sürecinden bahsedebilir misiniz? Bu serüven nasıl başladı?
Gökçen Göksal: Bu süreç çok eskilere uzanır. Ortaokuldan beri
araştırmacı bir yapıya sahibim. Okumaya, araştırmaya ve kendimi yazarak
ifade etmeye meyilliydim. Düşüncelerinizi, ihtiraslarınızı,
sevgilerinizi, kısacası her şeyinizi yazarak anlatmaya çalışıyorsunuz.
Bu durum zamanla sizde bir kültür oluşturmaya başlıyor. Kitaplarımın
oluşumuna gelince; ilk kitabım «Devlete Dair» bir inceleme ve araştırma
kitabı. Devletin tarihsel gelişimi üzerine 20'li yaşlarımda tamamladığım
bir kitap. Neden devlet derseniz, ülkemizdeki insanların incelemeye
korktuğu bazı konular vardır. Bunların başında devlet geliyor. Ben
haddimi aşarak, her zamanki araştırmacı tutkumla bu konuyu incelemeye
başladım. Kitabın tohumları lise yıllarında atıldı. Üniversiteyle
birlikte düşüncelerim, araştırmalarım netleşti ve birleşti. Bu birikim
«Devlete Dair»i oluşturdu. «İkilem» ise şiir diliyle bu birikimi
birleştirmek demekti benim için. Duygusal izlenimlerimi ve dünyaya bakış
açımı şiirin sonsuzluğuna bırakmak güdüsüyle «İkilem»i tamamladım.
KY: Şiirinizde pek çok defa felsefi ve dini terimlerle
karşılaşmak mümkün. Okurunuzun şiirlerinizi anlamlandırabilmesi için bir
çeşit felsefi donanıma sahip olması gerekiyor mu? Okurdan talepleriniz
nelerdir?
GG: Okurun kitaplarımı değerlendirebilmesi için her şeyden
önce bir dünya görüşüne sahip olması gerekiyor. Aynı zamanda dediğiniz
gibi felsefi bir literatüre de hâkim olmalı. Felsefi sözcüğünü burada
sadece eski düşünürlerden edinilen bilgiler anlamında kullanmıyorum.
Okurun bir devinime, bir değişime sahip olması ya da bunlara bir
gereksinim duyması lazım. Salt bir felsefe okurunun benim şiirlerimde
aradıklarını bulamaması söz konusu olabilir. Ama bu, kitabımda
kullandığım ve yer yer anlam sınırlarını zorlayan sözcüklerden değil, bu
sözcüklere basarak kavramlara yüklediğim devrimci misyondan
kaynaklanıyor. Ben her zaman için okurun belli bir düşün sistemine sahip
olmasını isterim (düşünce sistematiği ne olursa olsun). Ne okumak
istediğini bilen, nerede durması gerektiğini, nerede iradi müdahale
gücünü kullanması gerektiğinin bilincinde olan bir okur tipolojisini
düşünüyorum. Şiirde ve aslında genel anlamda yazım hayatımdaki bakış
açım bu benim. Bir şeyleri değiştirmeye ihtiyaç duymalı benim okurum,
bir şeylerin değişmesi gerektiği kanısı oluşmalı kafasında. O, değişmesi
gereken bu konuya vâkıf olduktan sonra kendi üzerine düşen vazifeleri
yerine getirebilme kudretine de sahip olmalı. Tarihe baktığımız zaman
bir akış var. Tarihte hiçbir zaman boşluk yoktur. Savaşlar olur,
devrimler olur, isyanlar olur, ama hiçbir zaman kırılma olmaz. Çünkü her
şey birbirini etkileyerek devam eder. Geçmişin birikimi geleceğin olması
gerektiği biçimde şekillendirilmesi açısından çok önemlidir. Benim
okurum da bu tarihsel anlayış içersinden de kendisine bir
yer edinmelidir.
KY: «İkilem» adlı şiir kitabınızda «kırmızı bir gülün
dikeninde saklıdır bazen hayatın aritmetiği» diyorsunuz. Hayatı
anlamlandırma çabanızdan bahsedebilir misiniz?
GG: Burada beyaz bir gül de diyebilirdim. Ama kırmızı
sıfatını gül sözcüğüne eklemlemeyi daha uygun buldum. Bunun altyapısını
okur anlamıştır sanırım. Hayata bakış açım kendini ifade eden ve sürekli
olarak kendini yenileyen bir bakış açısıdır. Var olduğumuz dünyayı,
geçmişi ve geleceği değerlendirmek gerekiyor. Yaşadığımız dünyayı
anlamlandırmalıyız. Olması gerekenleri ve olmamasını arzu ettiğim
şeyleri ifade etmeye çalışıyorum. Bunun çeperinde kendi doğrularımızla
ya da inandığımız değerlerle, yaşamın kendisiyle birlikte bütünleşen,
inebildiğimiz kadar derinden bir örgü kurabilmek, birleştirebilmek bütün
artı ve eksileri...
KY: Edebiyat ve felsefe disiplinlerinin sizdeki sentezi
nedir? Bu sentez nasıl oluştu, herhangi bir disiplinin daha yoğun olduğu
söylenebilir mi?
GG: Ağırlık her ikisinde de! Sanırım bu soruyu daha önceki
çalışmalarımı inceleyerek hazırladınız. Sadece felsefe değil, tarih
alanında ve ekonomide de belli bir bakış açısına sahibim. «Eski»de ve
çeşitli dergilerde yazdığım makalelerde bununla karşılaşırsınız. İlk
kitabım felsefe ve ikinci kitabım şiir kitabı olduğu için şiir ile
felsefeyi bütünleştirdiğimi düşündünüz. Ama aynı zamanda benim kültürel
havzamda tarih ve ekonomi de var. «İkilem» adlı kitabımdan örnek vermem
gerekirse «peri feri» sözcüğünü kullanıyorum. Yarı sömürge demek «peri
feri». Bu sözcük ekonomi kitaplarında sıkça rastladığımız bir sözcük
değil. Ekonomiyle ilgilenenler bile bunu pek bilmezler. Kısacası insana
ait olan her şeyin buluşma noktası benim yazınsal serüvenimin amacı.
KY: Şiirlerinizin içedönüklüğü var. Anlaşılamama gibi bir
kaygı taşıyor musunuz?
GG: Anlaşılamama kaygısı fikir üreten her insanda vardır.
Bire bir ilişkilerde de böyledir. Yazınsal anlamda bu korku daha fazla
ön plana çıkıyor. Ama benim böyle bir korkum yok. Bu duruma biraz
nihilist yaklaşmak gerekiyor. Doğru insanlar çoğunluk değil azınlıktır.
Anlayan, algılayabilen, sorgulayan insan tipolojisi azınlıkta. Ama ben
şunu öğrendim ki nicelik bir şey ifade etmiyor. Önemli olan niteliktir.
Bu açıdan kolay tüketilen bir yazar olmak istemiyorum.
KY: Birkaç şiiriniz nispeten anlatıya yaklaşıyor. Bu
konudaki ölçütleriniz nelerdir?
GG: «İkilem» adlı kitabımı oluşturan şiirleri yazarken
anlatıyla şiiri birbirinden ayırt etmek gibi bir bakış açısıyla yola
çıkmadım. Aslında kitapta aforizma tarzı da var. Bu dibe vurmuş bir
seviyede ama vermek istediğim tadın içinde o da var. Bu tat kolay kolay
yakalanacak bir tat değil. Birilerinin anlatı olarak nitelendirdiği
şeyleri ben anlatı olarak görmüyorum. Benim kitabım için şiir dili
kullanılmış düzyazılardan oluşuyordu diyebilirsiniz. Mesela şiirlerimde
dizelerin uzun oluşu bazı okurlarımı böylesi bir tespite itmişti. Zaten
anlatıyla şiiri keskin çizgilerle ayırmak diye de bir niyetim yok.
KY: Yazıyı somutlaştırırken, yaratım sürecinde ruhsal
durumunuz nedir?
GG: Ben içine kapanık, sosyal ilişkilerde kendimi çok ön
planda ifade etmeyen bir insanım. Arkadaş çevrem oldukça kısıtlı ve dar.
Kendi iç dünyamda yaşamayı tercih ediyorum. Belki de beni üretken kılan
olgu da bu.
KY: Sizi etkileyen şairler ve yazarlar kimlerdir?
GG: Pablo Neruda'nın güzel bir sözü var. «Benim yazdığım
şiirlerde okuduğum bütün şairlerin etkisi vardır» diye. Şiirime sadece
edebi bir dille yaklaşmıyorum. Benim şiirime etki eden çok önemli devlet
adamları, bilim adamları ve sanatçılar var. Düşünce ağırlıklı
insanlar... Ama şair olarak düşünüldüğünde İkinci Yeni akımının son
dönemi ve bu dönem şairlerinin şiirleri etkilemiştir beni. Daha çok
Fransız şairlerde vardır benim almak istediğim tat; bunların arasına
Paul Celan'ı da katabiliriz
KY: Amatör edebiyat dergilerinin konumunu ve sağladığı
olanakları nasıl buluyorsunuz? Bu dergilerin tavrı geleceği nasıl
şekillendirir?
GG: Amatör edebiyat dergileri ülkemizde önemli bir damarı
temsil ediyor. Her şeyden önce belli dergilere giremeyen şairler bu
dergilerde kendilerini ifade etme şansı buluyor. Bu onlar için büyük bir
kazanç. Ama amatör edebiyat dergilerini önemli kılan asıl şey, akıntıya
karşı kürek çekmeleri, akıntıya karşı kürek çekecek cesarete ve yüreğe
sahip olmaları. Salt şiir yayımlamaktan öte bir duruşu, tavrı ve
söyleyecek sözü olması lazım. Bunun haricinde söylenen şeyleri
yinelemenin lafügüzaf olduğu düşüncesindeyim. Eğer bir edebiyat dergisi
yeni bir şeyler ortaya koyamayacaksa, okura yeni bir şeyler
veremeyecekse ne sayfa tüketmeye ne de insanların kafasını ütülemeye
gerek var.
KY: «Eski» dergisinde onuncu sayıdan beri koordinatörsünüz.
Sorumluluklarınız ve karşılaştığınız zorluklar nelerdir?
GG: Dediğiniz gibi onuncu sayısından beri «Eski» dergisinin
koordinatörlüğünü yürütüyorum. Ama bu, durumumun künyeye yansımasıdır.
Aslında ben birinci sayısından itibaren fiili olarak derginin
koordinatörüyüm. Bunun zorlukları hoş ve tatlı zorluklar. İnsanımızın
edebiyata olan ilgisini gördükçe zorlukları unutuyoruz. Edebiyat dergisi
çıkarmak çok güzel bir uğraş. Virüs gibi insanın içine girdiği zaman
kolay kolay kopamayacağı bir şey. Ama tüm Türkiye geneline dağıtılan bir
derginin büyük bir sorumluluğu var ve bu sorumluluğu da belli kişiler
paylaşıyor. Durum böyle olunca üzerinizde bir hayli yük oluyor. Ama bu
yük, bu coğrafya insanının içinde yaşadığı kültürel erozyondan ve
kokuşmuşluktan daha ağır değil.
KY: Düne dayanarak bugünü yaşıyorsunuz. Yarınınızın bugün
üzerinde etkisi var mı?
GG: Evet düne dayanarak bugünü yaşıyorum ve bunun nedeni
geçmişteki o kokudan, atmosferden lezzet almam ve bugünkü yaşadığım
dünyayı kabullenemememden kaynaklanıyor. Gerek teknolojinin insanlık
üzerinde yaptığı o kafa karışıklığı, gerek ilişkilerdeki çirkeflik ve
insan hayatına verdiğimiz önemin seviyesi; ben bunları sevmiyorum. O
yüzden geçmişe bir özlem var. Bu özlem hiç tükenmeyecek bir özlem ama
bunu yarın anlayacağız. Gelenek olmadan geleceğin olmayacağını
düşünüyorum. Geleceğin de geçmişin köklerinden var olacağına inanıyorum.
Yarın, geçmişin bize bıraktığı miras üzerinde yükselecektir.
KY: Yazının kalıcılığının avantajları nelerdir?
GG: Bir yazarın geçmişiyle bugününü kıyaslamaya yarar.
Geçirdiği evreleri ve dönemleri incelememiz açısından önemlidir. Yani
bugün burada söylediğimiz sözlerin havaya uçmaması ve daha ilerki
yıllarda üçüncü şahıslara karşı bir durum değerlendirmesi
yapılabilmesine yardımcı olması gibi, yazarın kendini tanımlamasında ve
tamamlamasında da yazının önemli bir yeri vardır. Yazı bir
değerlendirme aracıdır.