04.07.2002* - sinem sipahi
Bozulmuş saatime bakıyorum. Çizik içinde... Kısa olanı neydi? Hangisinin
hangisi olduğunu bilmeden onlardan bir şey beklemek saçma. Uykum var.
Saniyeler gözlerime batıyor. Göz açıp kapayıncaya kadarla dinlenilmiyor.
Sırtımdakileri kenara koyup tabureye oturuyorum. Bir an bedenim yokmuş
gibi geliyor, bedenim yokmuş ve ben nedensiz bir varlıkmışım gibi...
Büyük boşluk... Birileri gitti, birileri günü --bu en olmadık zamanda;
en göz kamaştırıcı, en akıldan çıkmayacak saatte-- caddenin ortasında
bıraktı ve çekip gitti. İnanılmazdı tüm olanlar; özellikle bu kadar
ferahken, tam da bu zorunlu birlikteliğe alışmışken bu olanlara
inanılmazdı. Kulağa hoş gelen kelime oyunlarına bağımlı olmak, terk
edilmekten daha çok kırardı kalbini. Ama ikisi de kendilerine birer yer
bulmuştu saatlerin arasında. Aralarında geçenleri kimseye anlatmazdı.
Hayatında çok güvendiği candan varlıklar yoktu.
Gittikçe fazlalaşan yerçekiminin insanı boğduğu zamanlar en zor
geçenlerdir. İçinden çıkılmaz bir karton kutunun içinde, kollar,
bacaklar bağlı debelenmek kadar anlamlıdır sakinleşmeye çalışmak.
Sinirli saatler zor geçer dedim.
Yoğurtçu geldi. Mavi olanlar sağda dursun, hafif olanları üste koy, ayrı
rafa yerleştirilecekler. Abi, bu insanlar kendilerini kandırıyor. Test
ettirseler bunlar da normal yoğurt çıkacak. Ama düşün biraz kim ister
kandırıldığını birinden öğrenmeyi, onlar bilerek kandırılıyormuş gibi
yapmayı seçer, boş ver sen... Yoğurtçu gitti.
Buyurun efendim, istediklerinizi hazırladım. Peki, iyi günler efendim.
Gönül rahatlığıyla çıkıp gittiğiniz şu dükkânda sizin hesabınıza bir
şeyler döndüğünü fark etseydiniz ne olurdu acaba? O her defasında
aldıklarınızı yüklediğiniz defteri hiç tutmadığımı, bana olan borcunuzu
her ay kendi kendinize belirlediğinizi bilseydiniz ne hissederdiniz?
Hayal kırıklığı mı? İşlerin istediğiniz gibi gitmesinden
kaynaklanıyordur herhalde! Kızgınlık mı? Size seçme şansı verdiğim,
kendi üzerinizde hak sahibi yaptığım için mi? Tüm olan biteni size
anlatıp sonra yüzünüzün alacağı o anlatılamaz ifadeyi seyretmek
isterdim. O çok istediğiniz egemenliğe, bilmeden her gün sahip
olduğunuzu fark ettiğiniz an çok değerli olurdu benim için. Sizin
hayatınızın şaşkınlığı, benimkinin zaferine dönüşürdü çalan çanların
eşliğinde. Ben, akrep ve yelkovan dans ederdik karşınızda, kısa olanı
hangisiyse onun üzerinde zıplar, uzununu yakalardım. Size bunu da
yapabileceğimi kanıtlardım. İyi günler efendim.
El titremesi, erken saatlerden kalma huzursuzluk, kalıba karşı çoğalan
kütle, baharın savurup uzaklaştıramadığı turuncu, yakıcı öfke, herkesin
bildiği, kimsenin görmediği garip, ucube, kangren kin, ağlama hevesi,
kimsenin olmamasını beklerken, kaynaksız ağrı, kaldırılamayan çuval,
açıklanamayan giz, gizin görünmeyen gereksizliği, iskelenin mutlaklığı,
suyun değişkenliği, çabuk, keskin bir çığlık; geldiği yer önemsiz,
buraya gelmesi değerli, önüne bak, kafanı kaldırma sakın! Seni kimse...
El titremesi...
Dükkân kapısı gürültülü bir biçimde ayağıma indi. Suç bende, ayağımı
çekmeliydim yolundan. Benim dükkân kapım da olsa belirlediği bir yolu
var. Benzemiyoruz. Sokağın köşesinden bir kadın saptı, dükkâna yöneldi.
Bir paket un ve bir şişe yağa ihtiyacı vardır belki günlük sıkıntısını
gidermek için ya da 'onun herif' birden anason krizine girmiştir. Öyle
ya da böyle dükkân kapalı ve ben pek sayın kapımı bir daha rahatsız
etmek niyetinde değilim. Acımayla karışık bir sevecenlikle kafamı
sallıyorum (laf aramızda artık yüzümdekini düşürmeden kafamı
sallayabiliyorum). Kadının sözleri boşlukta bir yerlerden geri geliyor.
Tüh, çocuk patlayacak ağlamaktan. Doğru tahmin edememişim, önemsiz. Eve
yürüyeyim.
Ben yokken bir şeyler dönmüş olmalı. Ev darmadağın. Kedi girmiştir
herhalde, çok yüz verdim zamanında. Çok yüz verdim. Şimdi her geldiğinde
defolmasını istiyorum. Sıkıldım onun gözlerinden. Salak hayvan bütün gün
akrep kovalamıştır yine. Bütün gün kovaladığı, küçük gördüğü o yaratığın
kendi için oluşturduğu tehlikeden habersiz yaşayıp gidiyor. Ama nasıl
olsa bir gün akrep onu da sokacak. Önce kırılanları toplamalı, işin en
can sıkıcı kısmı da bu. Bir dakika, şu yerdeki siyahlık da ne? Anlaşılan
bizim kedi haklamış bu defa. Düşündüğüm gibi olmadı, neyse...
Kendi parlaklığının farkında olmayan yıldızın titrek alevinde önümü
görmeye çalışıyorum. Ben yokken bir şeyler dönmüş olmalı, yoksa bu kadar
yabancılamazdım dünyayı. Şu anda duymak istediğim son şey onun nefes
almayışının sesi -ki onu da tümden kulak kesilip başarılı müzisyenlerim
örs, çekiç ve üzengiye yolluyorum yokluğu bestelemeleri için-, bu bana
çok acı veriyor. Acı çekmeyeli uzun zaman oldu. Üç saat var mı? Gülmeyin
efendim gülünecek tarafı kalmadı hayatımın. Beşer dakikalık
gerilimlerle, elverişsiz kıyı tipinde oluşmaya çalışan gelgitlerle
sürükleniyorum. Büyük bir şeylerin yokluğu da hissettiriyor kendini.
Mavi, yeşil, kırmızı olması fark etmeyen büyük bir renk gerekiyor bana.
Olanaklıysa üzerimden aşıp beni boyasın ya da hiç değilse giysilerim
ıslansın. Yetsin beni uyandırmaya ya da uykumu derinleştirmeye...
Ne yapacaktım ben, bütün gün düşünmüştüm. Kayboldu. Çay demleyeyim bari,
içimi ferahlatır tıpkı kışın ısıttığı gibi. Çok işlevli geleneksel
içecek; çay... Aklıma geldi de savaştan galip çıktıysa kedi nerede?
İçimden bir ses yorum yapma diye böğürüyor. Üst komşuya çıkmıştır. Cam
çarptı. Kaldırımın kenarına sıvanmış, durmadan akan aptal gözleri...
Ne demek bu şimdi? Mümkün değil mi bir şeyleri kazanmak? Can sıkıcı,
fazlasıyla can sıkıcı. Şerefine bir bardak çay kaldırıyorum; tüm arada
kalmışlara içiyorum. Merak etmeyin astarım yüzümde değil. İkisine bir
tören hazırlamalıyım. Eğilme sakın! Akrep kendini sokmuş. Koş dışarı,
söyle herkese...
* 4 Temmuz günü Dünya'nın Güneş'in yörüngesinden en uzak olduğu, dolayısıyla dönüş hızının en yavaş olduğu gündür.