gece getirilen kızı sevdim - hamdi özyurt
Evimiz tek katlı, eski bir demiryolu lojmanıydı. Misafirsiz günümüz yok
gibiydi. Tren yolcuları beklerdi bizde.
Evimiz daracıktı, ama gönlümüz genişti. Gecenin herhangi bir saatinde
kapımız çalar, birkaç uzak akraba ya da köylümüz damlardı içeri. Annem
uyanır, üşenmeden onlara yemek hazırlar, yataklarını yapardı...
Yine bir güz akşamının ilerleyen saatleriydi. Acı kömür dumanı kâbus
gibi çökmese, kent sisi beyaz bir atkı gibi boynuna dolayacaktı. Belki o
zaman sokaklar, kör bir ressamın fırçasından çıkmışçasına renksiz,
biçimsiz ve kasvetli olmayacaktı. İyi ki sokak lambaları vardı. Sokak
lambaları, en iyi gündelikçi kadınların bildiği türküler gibi yanıyordu.
Türküler ki, olmasa hepten korunaksız kalacaktı dünya, bomboş...
Evimize en yakın sokak lambasının altında bir adam duruyordu. Sırtında
yük mü vardı, birini mi taşıyordu, duman ve sisten seçemiyorduk.
Kapımızı çalıp çalmamakta tereddüt ediyordu. Camdan kendisine
baktığımızı görünce kapıya yöneldi, çaldı. Annem açtı.
"Tren tehir yaptı, geceye kaldık. Bu saatte köye araba yok, o yüzden
size geldik... Kızım hasta; kızım ölüm önünde. Tanrı misafiri dedim
çaldım kapınızı... Ağzına bir lokma yiyecek sürmüyor. Bunlar yolda
aldığım haşlanmış yumurtalar; o yemedi, siz yiyin."
Adamın sesi bir var, bir yok; sesinin tırnakları tırmalamaktan kırık.
Adam çığ gibi çöküktü.
"Bizim hikâyemizi hiçbir kitap yazmaz oğul. Hiçbir dile çevrilmez
çektiğimiz. Acımız taş gibi kalır düştüğü yerde."
Annem yatak yaptı, kızı yatırdılar yatağa. Şiddetli kumral bir kızdı,
nerdeyse sarışın. Saçları sonsuza dek uzayacakmış gibi dökülürken,
nedense omuz başlarına yetişir yetişmez, 'kırt' diye kesilivermişti.
Kirpikleri kömür isi, gözleri ışıksızdı. Beyaz bir bayrak gibi
dirençsizdi kız. Beyaz bir bayrak gibi kirli ve titremekteydi. Dudakları
dudak değil, mor bir mühürdü zarf sarısı yüzünün ortasında.
Her akşam ben resim yapardım, deprem bile olsa resim yapardım.
Peyzajlarımda hep kavak ağaçları olurdu. Uçlarına leylekler yuva yapardı
kavakların. Bir nehir geçerdi mavi, balıkları olağanüstü büyük olurdu.
Bulutlar buluttan çok pamuğa benzerdi. Şehirler yapardım surlar içine,
ama hep surların dışına taşardı evler. Çatılarına güvercinler konardı
evlerin. Çocukların sapan lastiklerini müthiş sağlam yapardım. Siyah
iskarpinli kadınlar yapardım, ellerinde filelerle pazardan dönerlerdi.
Metruk bir han yapardım, yeşil bir bahçe içinde. Boş bir hamak, kırmızı
karanfiller yapardım. Lacivert denizler yapardım mor dağların ardına.
Martılar konardı gemi güvertelerine...
Resim defterim, boya kalemlerim önümdeydi. Bir şeyler çizmeye çalıştım,
olmadı. Çocuk aklım allak bullaktı.
"Benim kızım okulunda birinci. Türkçesi sağlam. Benim kızım geyikkız...
İçi oyulup bitmiş kızımın, anlamamışız. Birden düştü, aldım Elazığ'a
götürdüm. Hastane koridorunda üç gün yattı. Yatak yok, ilaç yok... 'Yedi
tane baş taksak bile yaşamaz' dedi doktor, 'geri evine götür.' "
Annem, kardeşlerimi yatırmaya götürdü. Ben uyumadım. Babasıyla birlikte
başında bekledim kızın. Ağır ağır, acele etmeden resmini yapmaya
başladım. Resim belirginleştikçe kız kötüleşiyordu. Yanaklarını
allandırdım, ışık verdim gözlerine...
Babası bir şeyler mırıldanıyordu. Dua mıydı, ağıt mıydı,
anlayamıyordum.
Sabahın ilk ışıkları belirmeye başlarken resim bitmişti. Öyle güzel,
öyle güzel bir resim olmuştu ki, kendim bile inanamamıştım yaptığıma.
Su istedi, babası dudaklarını ıslattı kızın. İnce çiy tanecikleri gibi
kaldı su, mor yaban lalelerinde. Derin bir iç çekti. Gözleri, bir mumun
biterek sönmesi gibi kapandı. Başı ikindi vaktinde bir ayçiçeği gibi
yanına döndü.
O gün bu gündür saklarım o resmi. Her gün bakarım, baktıkça yaşatırım
onu. Ve bir aşk yaşar içimde. Aradan sanki yüz yıl geçti. Kendimi
geliştirdim, resim eğitimi aldım. Çok âşık oldum, sevgililerim oldu. Ama
ben ne daha güzel bir resim yapabildim, ne de kimseyi daha
çok sevebildim.